Latest Posts
Dilerseniz yazımızın altında video olarak anlatım bulunmakta izleyebilirsiniz
.
21 yüzyıl...
Bugün bile dünyamız ve barındırdığı Topraklar ve denizler hakkında her geçen gün yeni şeyler öğrenip yeni bilgilerle aydınlanıyoruz. Hal böyleyken Bir de geçmiş dönemleri bilimin teknolojinin ve diğer beşeri gelişim alanlarının günümüzden çok farklı olduğu, insanların yaşadığı sınırlı bölge dışında çok da Fikri'nin olmadığı dönemleri düşünün. Işte Bu dönemlerde yaptığı keşiflerle Dünya tarihini etkileyen ona yön veren İbni Batuta, Marco Polo, Vasco da Gama, Kristof Kolomb gibi kaşiflerden ve onların keşiflerle dolu yolculuklarından bahsedeceğimiz bu videomuzda bu anlatılanların günümüz dünyasında bir örnek teşkil etmesi gerektiğini değerlendirerek izlemenizi tavsiye ediyoruz.
Dünya tarihinde bu konuda oldukça yoğun isimler olduğundan dolayı bu videomuzda afrika ve Asya devam videosunda ise diğer kıtaları anlattığımız 2 videoluk bir seri olmasını planlıyoruz.
Peki ya bu isimleri dünyayı keşfetme yolculuğuna iten, daha önce ayak basılmamış topraklara çeken şey neydi? Bunun pek çok nedeni olabilir Elbette fakat biz bunun temelinde merak ve maddi kazanç sağlama Yani para olduğunu düşünüyoruz Avrupalı devletler arası artan hammadde ve pazar arayışı ile birlikte Coğrafi keşiflerin de maksimum düzeye ulaştığını görüyoruz Bu da kaşifleri keşfetmeye iten gücün temel noktalarından birinin para olduğu varsayımımıza kuvvetli bir dayanak noktası olarak göze çarpıyor.
Zaten ilk çağlardaki minoslular Mısırlılar yunanlar fenikeliler gibi uygarlıkların büyümelerinde de yeni yerlerin keşfinin önemli olduğunu görüyoruz. Işte tüm bu itici Güçler ile başlayan keşiflere ve onların Dünya tarihini nasıl şekillendirdiğine bir göz atalım.
Afrika'da keşifler denince akla gelen ilk isimlerden biri İbni Batutaydı. Batuta aslen Fas'ta yaşıyordu ciddeye gitmek için Mısır'dan geçip kızıldenize ulaştı Fakat burada kabile savaşları arasında kalınca Kahire'ye yani Mısır'a geri döndü. Buradan Mekke'ye Oradan da Bağdat'a ulaştı. Fakat burada Dünyayı tehdit eden Moğol birlikleri ile karşılaşınca yeniden Mekke'ye döndü burada durup İbni batuta'nın yolculuğuna ufak bir ara vermek istiyoruz bir şey dikkatinizi çekti mi? dünyanın savaşlarla dolu olan bu döneminde yeni keşiflere imza atmanın hiç de kolay olmadığını söyleyebiliriz bilinmez diyarların getirdiği zorluklara eklenen krallıklar Savaşı işi kaşifler için oldukça güç bir hale getiriyor olsa gerek işte tüm bu kargaşa içerisinde Afrika'yı keşfetmek isteyen Batuta için daha önce hiçbir gezginde kaydı bulunmayan yerlere ilişkin yazdığı bilgiler onun en önemli yolculuğunun bir parçası olacaktı. Sahra Çölü'nü geçerek maliye yöneldi ve Batuta yukarıda bahsini ettiğimiz güvenlik endişeleri nedeniyle bir grup kervana katıldı ve yola bu şekilde daha güvenli olarak devam etti maliye ulaştıktan sonra nijer Nehri boyunca yolaldı. Afrika'nın içlerine daha önce çok az sayıda Gezgin gitmeyi göze almıştı. Öyle ki Batuta sonrasında yaklaşık 400 yıl boyunca Keşif için sınırlı bu bölgelere hiçbir Kaşif uğramamıştı ve Batuta Afrika ve Asya yaptığı yaklaşık 120. 000 kilometrelik yolculukla gördüklerini yazarak kendinden sonraki kaşifler için güzel bir miras bırakıyordu.
Tabii bu dönemde Avrupa ve Asya toprakları ortasında avrupalılarla savaş halinde bulunan Türk toplulukları yer alıyordu Asya'daki İpek baharat lüks taşlar ve İnciler gibi lüks mallar Avrupalılar için vazgeçilmezdi fakat savaş halinde oldukları Türklerden dolayı bu mallara kolay Ulaşamıyorlardı. Bu da onları yeni yollar aramaya yeni yerler keşfetmeye itiyordu.
İşte bu dönemde Portekiz Kralı 2. joao 3 gemilik filoyu sefer için görevlendirdi. Bunlardan biri bartolomeo Dias'dı. Dias Afrika'nın en güneyine yani en uç kısmına giderek bugünkü adıyla Ümit burnunu buldu. Tabii Dias şiddetli fırtınalardan dolayı buraya Fırtınalar burnu demişti bugünkü adı olan Ümit burnu'nu ise onu görevlendiren Portekiz Kralı joao vermişti.Asya'da ise marko Polo 1271 yılında Çine doğru yola çıktı. bu dönemde moğolların bir kolu olan Kubilay Hanlığı burada bulunuyordu. Polo bu yolculuk esnasında gördüğü yerleri ve ilginç ayrıntıları not ediyordu.
Üç buçuk yıllık bir yolculuk sonucu Polo Kubilayın Sarayı'na ulaştı Marco Polo'nun Kaşif kimliğinde Kubilay'ın etkisi de oldukça büyüktü. Çünkü Marco Polo, Kubilay Han adına Sumatra, Tibet, Siri Lanka, burma gibi yerlere yolculuklar yapmıştı. Buradan da fark edeceğimiz üzere Dias, Polo gibi kaşifler büyük kralların yönlendirmesiyle ve sağladıkları maddi desteklerle yeni yerlerin keşfini hızlandırıyordu.
Dias Ümit burnu'nu dolaşan ilk denizciydi vasco do Gama ise buradan devam ederek Hindistana Avrupa üzerinden deniz yolu ile ulaşacak ilk kişi olacaktı. Portekiz Kralı 1'inci manuel Vasco da Gama nın emrine 4 gemi ve 160 denizci verdi ve ona sağlanan bu destek Hindistan'a deniz yoluyla ulaşabilme konusunda etkili olmuştu. Bu sayede dengeler değişecek daha öncesinde Önemli olan Karayolları önemini kaybedecekti Bu da yeni keşiflerin tarihi akışına nasılda doğrudan etkili olduğunu göstermekte. Bu etkileri daha iyi anlayabilmek için coğrafi keşiflerin olmadığını varsayarak maddeler halinde ettiklerini düşünelim
1-Osmanlı günümüzde varlığını koruyabilirdi.
Köklü Bir devlet Olan Osmanlı coğrafi keşiflerin olumsuz etkisini en fazla hisseden ülkelerden birisiydi. O dönemlerde önemli bir etkisi olan ipek ve baharat yollarının kontrolünü elinde bulunduran Osmanlılar gelen ürünlerin Avrupa'ya geçmesi konusunda köprü vazifesi görüyordu. İyi bir gelir kapısı olan bu yollar coğrafi keşiflerle önemini yitirdi. Ayrıca önemli bir ticaret merkezi olan Akdeniz havzasının önemli bir bölümü Osmanlı himayesindeydi. Coğrafi keşiflerle beraber ticaretin önemli bir bölümü okyanuslara kayınca ekonomik anlamda olumsuz etkiler görülmeye başlandı. Tabiki yönetimsel ve siyasi olumsuzlukların da duraklama ve dağılma dönemine etkisi büyük fakat özellikle son dönemlerde duyunuumumiyenin kurulması yani dış borçların tahsili için vergilere el konulması yıkılmayı hızlandırdı. Coğrafi keşifler olmasaydı bir ihtimal farklı bir senaryo ile karşı karşıya kalabilirdik.
2-Yediğimiz çoğu sebze ve meyve şuan hayatımızda olmayabilirdi.
Özellikle Amerika'nın keşfi ile ortaçağın dünyasında tanınmayan bir çok sebze ve meyve hayatımıza girmiştir. Şakayla karışık çoğu yazılarda Fatih Sultan Mehmet domatesli menemen yiyemedi veya patates kızartması yiyemedi şeklinde ibareler görmüş olabilirsiniz. evet coğrafi keşifler olmasaydı. Çok fazla tüketilen patates, domates gibi ürünleri tüketemeyecektik. Bunlar dışında Mısır, kabak, turp, kırmızı biber,Nohut, biber, fıstık,kakao, tütün,kinoa, yaban mersini ve bunlar gibi bir çok ürün soframıza girmiştir. Eğer ki coğrafi keşifler olmasaydı bu ürünlerin adını bile duymamış olacaktık.
3-Coğrafi keşifler ile yok olan medeniyetler
Coğrafi keşifler her ne kadar özellikle batılı devletlerin leyhine olsa da gidilen yerlere hep kan götürülmüştür. Eski kadim medeniyetlerden olan inka,maya, aztek gibi toplulukların esamesi kalmamıştır. Bununla beraber köle ticareti hız kazanmıştır coğrafi keşifler olmasaydı. Özellikle astronomi, tıp mimari vb. Alanlarda gelişmiş olan bu medeniyetler belirli bir birikim ile günümüze kadar kalabilecek belki de dünya olarak farklı bir gelişmişlik seviyesine sahip olacaktık
Bu ve bunun gibi daha fazla arttırabileceğimiz etkilerinin olabileceği coğrafi keşifleri işlediğimiz bu videomuzda her ne kadar faydalı gibi görünen bazı durumların aslında daha farklı şekilde değerlendirmemiz gerektiğini anlamış olduk
İleriki videolarda görüşmek üzere
Madde… İlk
Defa İlkokulda Tanıştık Onunla. Katı, Sıvı ve Gaz şeklinde 3 halinin olduğunu
söylediler. Fakat Liseye gelince fark edildi ki aslında 3 hali değil 6 halinin
olabileceği açık artık
Yeni özelliklere ve teorilere göre Katı, Sıvı , Gaz ,
Plazma, Bose Einstein Yoğunlaşması ve Nötron
Dejeneje Maddesi şeklindedir. İsterseniz Son ikisine başka bir videoda
değiniriz. Neyse biz konumuza dönelim.
Bugünkü konumuz Antimadde,
bilim kurgu eserlerinin vazgeçilmezlerinden birisidir. Örneğin Melekler ve Şeytanlar
isimli kitap ve sonradan gelen film uyarlamasında Profesör Langdon, Vatikan'ı
bir antimadde bombasından kurtarmaya çalışmaktadır. Star Trek’in yıldız gemisi Atılgan, ışıktan
daha hızlı yolculuk için antimadde kullanmaktadır.
Ancak
antimadde, sadece bilimkurgu ürünü değildir; gerçektir! Antimadde, normal atom
altı parçacıkların zıttı özelliklere sahip atom altı parçacıkları ifade eder;
yani antimadde, normal maddenin zıttıdır.
İşte Genel Hatlarıyla Maddenin Ters İkizi…
(İntro)
(Telegram Bilgilendirmesi)
Paul Dirac denklemiyle ortaya çıkarılmış ve daha
sonraki gözlemlerle de varlığı doğrulanmıştır. Antimadde en basit haliyle normal
maddenin zıttıdır. Daha da özelleştirecek olursak, antimaddenin
atomaltı parçacıkları, normal maddeye göre zıt özellikler taşımaktadır. Bu
atomaltı parçacıkların elektrik yükleri, normal maddenin atomaltı
parçacıklarının tam tersidir. Antimadde, Büyük Patlamadan sonra normal maddeyle birlikte
oluşmuştur; fakat sebebinin ne olduğunu bilim insanları tam anlamıyla
bilemeseler de, evrende oldukça nadir bulunmaktadır.
Büyük Patlamadan
sonra antimadde-madde etkileşimi neden bizi yok etmedi ?
Kuramsal olarak, büyük patlama
eşit miktarda madde ve antimadde yaratmıştır. Madde ile antimadde
karşılaştığında yok olurlar ve geride enerjiden başka şey kalmaz. Dolayısıyla
ilkesel olarak, hiçbirimiz varolmamalıydık.
Ama buradayız. Fizikçilerin şu
ana dek söyleyebildiği kadarıyla da bunun nedeni, sonuçta milyarlarca madde-antimadde
çiftinden birinde fazladan bir madde olması düşüncesindedirler.
Şimdi gelin Antimaddenin
tarihine bir bakalım…
20. yüzyılın başlarında iki önemli teori olan Kuantum
Mekaniği ve görelilik kuramı fiziği temellerinden sarsıyordu.
1905 yılında Albert Einstein'ın meydana çıkardığı özel görelilik kuramı
uzay-zaman ve kütle-enerji arasındaki ilişkiyi açıklıyordu. Bu sırada yapılan
deneyler ışığın bazen dalga, bazen de küçük parçacık akımları halinde
davrandığını gösteriyordu. Max Planck 'ın önerdiği teoriye göre ışık
dalgaları "kuanta" adı verilen küçük paketçikler halinde
yayılıyordu, bu ışığın hem dalga hem parçacık halinde yayılması anlamına
geliyordu.
1920'lerde fizikçiler atom ve bileşenlerine aynı kavramı
uygulamaya çalışıyorlardı. 1920'lerin sonunda Erwin
Schrödinger ve Werner Heisenberg yeni kuantum teorisini
keşfettiler. Bundaki tek sorun teorinin görecelik teorisine uygulanabilir
olmayışı yani sadece yavaş hızlardaki parçacıklar için geçerli olup ışık hızına
yakın hareket edenler için sonuç vermemesiydi.
1928'de Paul Dirac problemi çözdü. Elektron davranışını
tanımlamak için özel göreliliği ve kuantum teorisini bir araya getiren bir
denklem yazdı. Dirac'in denklemi, ona 1933 Nobel Fizik Ödülünü getirdi,
aynı zamanda başka bir problem yarattı: x2=4
denkleminin iki çözümü olduğu gibi Dirac denkleminin de biri pozitif enerjili
diğeri negatif enerjili elektronlar için olmak üzere iki çözümü
vardı. Fakat klasik fiziğe göre bir parçacığın enerjisi daima pozitif bir sayı
olmalıydı.
Dirac bunun, her parçacığın kendisiyle tıpatıp aynı ama yükü zıt
olan bir karşıt parçacığı olacağı anlamına geleceğini açıkladı. Örneğin
elektron için her yönüyle aynı ama pozitif yük içeren bir karşıt elektron
olmalıydı. Nobel konferansında karşıt maddeden oluşan tamamen yeni bir evrenin
varlığını kurgulamıştı.
Şimdi. Kanıtlara
tekrar gelirsek. Antimadde büyük patlamada kaybolup gitti mi? Hayır. Madde ve
antimadde ilk başta ortaya çıkan bir enerjinin sonucuydu. Ve enerji söz konusu
olduğunda madde ve antimadde her zaman oluşabilir. Ve bu noktada kim giriyor
devreye? Elbette Albert Einstein ve ünlü formülü E=mc2’nin Farkı. Bu denklem
söylediği şey Enerji eşittir kütle.. Yani enerjiyi maddeye dönüştürebiliriz. Bu
durumda ortaya bir madde ve bir de antimadde çıkıyor. Fakat bu denkleme göre
maddeyi de enerjiye dönüştürebiliyoruz. Bunu nasıl yapıyoruz peki? Evet.
Antimadde ile maddeyi birleştirerek. Birbirlerini yok ettiklerinde ortaya
enerji çıkıyor. İşte burada işler çılgınlaşıyor. Işık hızının karesi devreye
giriyor. Bu şu anlama geliyor. Çok küçük bir maddeyi enerjiye dönüştürdüğünüzde
ortaya inanılmaz bir enerji çıkıyor. Bir videomda da verdiğim örnekte olduğu
gibi tek bir atacı oluşturan atomları antiatomlarla bir araya getirdiğinizde
bir atom bombasına eşdeğer bir güç ortaya çıkıyor.
Bu dev enerji
potansiyeli ise bilimsel bir gerçek olmasına rağmen bilim kurgunun da konusu
olmuştur haliyle. Melekler ve Şeytanlar isimli kitapta hatırlayın Vatikan’ı bir
antimadde bombasından kurtarmaya çalışıyorlardı.
Antimadde dediğimiz
gibi madde ile birlikte varolup anında birbirini yok eden bir oluşum, çok kısa
sürelerle var olduğu için de yakalanması ve saklanması çok zor.
Aslında antimadde her an, çok yakınımızda! Az
miktarda antimadde, kozmik ışınlar ve uzaydan gelen enerjisel parçacıklar
şeklinde Dünya üzerine sürekli olarak yağmur gibi yağar. Dünya'ya ulaşan bu
antimadde parçacıkları metrekare başına 1-100 antimadde parçacığı düzeyinde
olabilir. Bilim insanları, antimaddenin fırtınaların üzerinde de oluşabildiğini
göstermişlerdir. Yani antimaddeyi bulmak için fazla uzağa bakmamıza gerek
yoktur.
Bunun yanında muz, evet bildiğiniz muz da antimadde üretir. Muzda
çok küçük miktarda potasyum-40 bulunur ve bu bozunurken 75 dakikada bir bir
pozitron çıkarır. Biz de öyle. İnsan bedeninde de potasyum-40 mevcuttur ve biz
de antimadde üretiyoruz. Ama dediğim gibi madde ile etkileşime girdiği anda yok
olduğu için fark etmiyoruz.
Bununla birlikte
bahsettiğimiz devasa enerjiyi elde edebilmek elbette tüm insanlığa seviye
atlatabilecek bir olay. Bu nedenle farklı laboratuvarlarda antimadde
yakalanmaya çalışılıyor. Fakat bugüne kadar Fermilab, CERN ve Almanya’daki DESY
gibi merkezlerde toplamda 18 nanogram, yani bir gramın milyarda 18’i kadar
üretilebildi. Bu da ancak evinizdeki ampulleri yakabilecek bir enerji demek.
Bir de nötrinolar
söz konusu. Garip parçacıklar. Bu parçacıkların anti-maddesi henüz
keşfedilmedi. Yani teoriye göre nötrinoların antimaddeleri de kendileri. Çünkü
yükleri yok bu parçacıkların. Büyük patlamadan sonra ortaya çıkan
madde-antimadde asimetrisine de bu parçacıkların neden olduğu düşünülüyor.
Fakat gördüğünüz
üzere işimiz çok zor. İnanılmaz bir güç, görünmeyen bir güç söz konusu. Bunu
yakalamaya çalışıyoruz ama olmuyor. Ne yaparsak yapalım olmuyor. Fakat bunun
bir yolu bulunduğunda. Antimadde üretip, saklayıp kullanabilecek seviyelere
gelirsek olabilecekleri tahmin edebiliyor musunuz?
Madde – Antimadde çarpışmaları, sahip olabileceğimiz en yoğun ve
en saf enerjiyi üretmektedir. Gelecekte bir gün uzay gemilerinde roket olarak
kullanılabilir. Enerji santralleri ile şehirlerimizi ve kolonilerimizi
aydınlatabilir,. Ancak böyle şeyler için ihtiyaç duyacağımız antimadde
miktarını üretmekten henüz çok uzağız.
İnsanoğlunun bugüne kadar ürettiği antimadde, şu anda sadece bir
ampulü bir saniyeliğine aydınlatmaya yetecek miktardadır. Yeterli miktarda
antimaddeyi üretmenin pratik bir yöntemini bulursak; parçacık fiziğinden,
yıldızlar arası görevlere kadar bir alanda yeni imkanlar sunabilir bize. Ancak
ne yazık ki bugün ve yakın gelecekte böyle imkanların sadece hayalini kurmak
durumundayız.
Antimadde üretebilmenin yolunu bulduk diyelim. Peki
biz antimaddeyi incelemek istediğimizde nasıl saklayacağız? Antimaddeyi
inceleyebilmek için bir kısmını saklayabilmenin de yolunu bulmalıyız. Çünkü
biliyoruz ki antimadde madde ile birleştiğinde hızlı şekilde enerjiye
dönüşmektedir. Bilim insanları; proton, elektron ve antiproton gibi yüklü
parçacıkları Penning kapanı adı
verilen cihazların içinde tutabilmektedirler.
Parçacıkların manyetik ve elektrik alanlarının
sayesinde kapanın duvarlarına çarpması engellenmektedir. Fakat Penning kapanı,
yüksüz olan nötr parçacıklar üzerinde çalışmamaktadır, bu sebeple elektrik
alanlarının içinde tutulamamaktadırlar. Bunun yerine Loffe kapanı adı verilen
sistem ile tüm yönlerde artan bir manyetik alan meydana getirecek şekilde
parçacıklar manyetik alanın en zayıf olduğu yerde tutulabilmektedir. Çok ilginç
bir keşif, Dünya’ya yağan antiprotonların bir kısmının, Dünya’nın manyetik
alanı tarafından antimadde kapanı şeklinde yakalanabildiği Dünya
etrafındaki Van Allen radyasyon kuşaklarında
keşfedilmiştir.
Ayrıca Bilim
insanları antimaddeyi daha fazla üretebilmeye ve tüm özelliklerini
keşfetmeye çalışa dursunlar, tıp alanında özellikle vücudun ve iç
organlarımızın yüksek çözünürlüklü resimlerini alabilmek için antimadde
çoktandır kullanılmaktadır. Pozitron
emisyon tomografisi (PET) adı verilen yöntem ile belli
hastalıkların tanısı yapılabilmektedir.
Antimaddenin en iyi özelliği maddenin ters
ikizi olarak KEŞFEDİLMEK İSTEMEMESİDİR. Maddenin aksine inatçı, utangaç ve
gizemlidir aynı zamanda Galaksileri yok edebilecek güce sahiptir.
Ama unuttuğumuz bir şey var: Büyük Patlamanın kaçak antimaddesi hala
ortalıkta. Umalım ki kendine denk miktarda madde bulmasın
!!!
İleriki videolarda görüşmek üzere…
İsterseniz yukarıdaki video ile isterseniz aşağıdaki yazı ile konuyu takip edebilirsiniz.
Bir oluşumun ayakta kalması ve yaşamını devam ettirmesi maddesel yapısının dayanıklılığına bağlıdır. Biraz genelleme gibi olsa da aslında bu her zaman geçerli değildir. Bizim konumuz karanlık madde olduğu için bugün bu konu üzerinden ilerleyeceğiz. Bu teoriyi hemen hemen çökerttiğimizi de fark edebileceksiniz. O zaman vakit kaybetmeden galaksilerin gizli harcını, yapı malzemesini, görünmez çimentosunu daha iyi ve daha objektif bir şekilde kafamızda şekillendirelim.
Videoya başlamadan önce Belirli günlerde oylama ile konu belirleyip tartıştığımız telegram grubumuza gelmek için Açıklamalardaki linke tıklayabilirsiniz
Karanlık madde olgusunu kafamızda şekillendirmek için öncelikle madde nedir ? Sorusuna cevap verebilmeliyiz.
En basit tanımıyla madde;
Uzayda yer kaplayan, hacmi ve kütlesi olan ve nicel bir ölçümle algılabildiğimiz canlı veya cansız oluşumların tümü şeklindedir.
Karanlık Madde olgusunun en basit tanımı ise:
Astrofizikte , elektromanyetik dalgalarla etkileşime girmeyen, varlığı yalnız diğer maddeler üzerindeki kütleçekimsel etkisi ile belirlenebilen maddelere denir.
Karanlık maddelerin varlığını belirlemek için gök adaların döngüsel hızlarından, gök adaların diğer gök adalar içerisindeki yörüngesel hızlarından, geri planda yer alan maddelere uyguladığı kütleçekimsel mercekleme özelliğinden ve gök adaların içerisindeki sıcak gazların sıcaklık dağılımından yararlanılır.
Evrendeki kütleçekimsel enerjinin incelenmesi sonucu, varsayılan toplam enerji yoğunluğunun sadece %4'ünün doğrudan gözlemlenebilir maddelerden oluştuğu gözlemlenmiştir. Yine bu toplamın %22'sinin karanlık maddeden oluştuğu hesaplanmaktadır. Kalan %74'ünün ise evrene dengeli bir şekilde yayılmış olan karanlık enerjiden oluştuğu kabul edilir.
Evrenin yaklaşık %80'lik bölümü bilim insanlarının doğrudan gözlemleyemedikleri Karanlık maddeden oluşmaktadır.
Karanlık madde olarak bilinen bu tuhaf madde, enerji veya ışık yaymaz.
1920'li yıllardan itibaren gök bilimciler evrenin gözle görülebilenden daha fazla madde içerdiği varsayımında bulundular. Elimizde karanlık madde hakkında tespit edilmiş somut bir kanıt bulunmamasına rağmen her geçen gün güçlü olasılıklar gün yüzüne çıkmaktadır. Neredeyse sadece karanlık maddeden oluşmuş Dragonfly 44 adlı galaksiyi tespit eden ekibin başındaki Yale Üniversitesi araştırmacısı Pieter Van Dokkum şöyle söylüyor:
Yıldızlar, maddenin hangi formda olduğuyla ilgilenmezler ancak hareketleriyle sizlere o maddenin orada var olduğunu ve o konumda ne kadar madde bulunduğunu söylerler.
Ayrıca Normal maddenin yerçekimi, yıldızları toplayarak galaksiler halinde bir araya getirecek kadar güçlü değil. Kısacası evrende karanlık maddenin etkisi olmasaydı yıldızlar dört bir yana savrulacak ve milyarlarca yıldız içeren galaksiler asla oluşmayacaktı.
Bu yüzden galaksilerin karanlık maddeyle kuşatıldığını biliyoruz
Örneğin, Samanyolu diskindeki yıldızlar, galaksimizi oluşturan normal maddenin kütlesine göre 5 kat hızlı dönüyor. Bu da Samanyolu’nun normal maddeden 5 kat fazla görünmez karanlık madde içerdiğini gösteriyor. Görünmez derken, karanlık maddenin ışık saçmadığını ve ışığı yansıtmadığını kastediyoruz.
Peki, bu karanlık madde serüveni nasıl başladı ?
Karanlık madde fikri 1933 yılında İsviçreli gökbilimci Fritz Zwayk'ın yaptığı bir gözlem sonucunda ortaya çıkmaya başlıyor. Evrende gökadalar, çekimsel etkileşimle bir arada durarak gökada kümelerini oluşturur ve bu gökada kümeleri de bir araya gelerek daha büyük süper kümeleri oluşturur. Zwayk Coma gökada kümesi içerisindeki gökadaların devinimlerini inceliyor. İncelemesi sonucunda gökadaların oldukça hızlı hareket ettiğini görüyor. Bildiğimiz üzere, eğer çok hızlı bir şekilde dolanma hareketi yaparsanız, hissedeceğiniz merkezkaç etkisi de o kadar fazla olur. Öyle ki, bu etki sebebiyle dışarıya doğru savrularak sistemi terk edebilirsiniz. Dolayısıyla ilk akla gelen, gözlemini yaptığı gökadaların, bir şekilde oradan geçiyor olduğu ya da birbirleriyle etkileşmeleri sebebiyle dışarıya doğru fırlatıldıkları olabilir. Fakat Zwayk bu durumu inceliyor ve bu gökadaların rastgele hareket etmediğini, küme içerisinde belirli bir yörünge hareketi yaptıklarını buluyor. Yani küme ne dağılıyor ne de çöküyor. Buraya kadar olanlar, yalnızca hafiften sıradışı gibi görünüyor.
Gökadanın yaptığı ışıtmadan, yani parlaklığından o gökadanın aşağı-yukarı kütlesini tahmin etmek mümkündür. Çünkü gökadayı aydınlatan mekanizmaları biliyoruz; bunların en başında yıldızlar geliyor. Bu bir tahmin olduğundan, elbette belirli bir hata aralığına sahip; fakat yine de aşırı uçuk sonuçlar olması beklenmeyen bir şeydir. Gökadanın ışıtması yıldızlardan ve oradaki gaz ve tozdan geliyorsa, ışıtmayı ölçerek yıldız sayısını aşağı yukarı tahmin edebiliriz. Bunu yaptıktan sonra Zwayk, ikinci bir yöntem olarak, küme üzerinde Virial Kuramı'nı kullanarak kümenin toplam kütlesini hesaplıyor. Çünkü eğer sistem dengedeyse, ne çöküyor ne de dağılıyorsa, merkezkaç ile kütleçekim dengede olmalıdır. Zwayk, yaptığı hesap sonucunda gökada kümesinin kütlesini beklenen değerden 400 kat fazla ölçüyor. Bu durum, tahminen ölçtüğünüz değerdeki yıldız sayısını artırarak açıklanacak bir değer değildir. Dolayısıyla bu duruma başka bir açıklama getirmek gerekiyor. Bu noktada ilk akla gelen, orada gözlemi yapılamayan (karanlık) bir madde olduğu. Çünkü kütle tahminimiz, ışıma yapan cisimler üzerinden yürüyor; dolayısıyla bu madde ışıma yapmıyor olmalı.
Benzeri bir gözlem sonucunu da 1936 yılında Sinclair Smith, Virgo kümesinde üzerinde inceleme yaparak buluyor. Kümedeki elemanların hız dağılımlarını incelediğinde, orada ışıma yapan maddeden çok daha fazla miktarda madde olması gerektiği ön görülüyor. Fakat bu madde miktarı, bildiğimiz gök cisimleri (gezegenler, soğuk yıldızlar, karadelikler vb.) ile açıklanamıyor, çünkü miktar çok çok fazla. İki farklı küme üzerinde aynı sonuçların çıkmış olması, orada ışıma yapmayan (karanlık) bir madde fikrini desteklemeye başlıyor. Çünkü tek bir küme üzerinde yapılan gözlem, belki de istisnai bir durumdu, belki de Zwaykın yaptığı bir hata vardı. Fakat Smith'in de aynı sonuçları bulması, bu fikri güçlendirmeye başlamıştır.
Zwicky ve Smith'in yaptığı, küme elemanlarının hareketi gözleminden sonra, Horace Babcock 1939 yılında Andromeda Gökadası'nın dönme eğrisi üzerinde ilginç bir durum fark ediyor. Dönme eğrisi kabaca, gökadanın merkezden dışarıya doğru olan hız dağılımını ifade eder. Mevcut fizik bilgimizle, sarmal bir gökada olan Andromeda'nın dönme eğrisini teorik olarak tahmin edebiliyoruz . Burada tahmin diyoruz, fakat bu tahminlerin hata aralıkları da olaya dahil ediliyor; yani tahminden öte olması beklenen bir gerçeklik diyebiliriz. Sadece doğrudan ölçemediğimiz için tahmin diyoruz. Babcock görüyor ki Andromeda'nın dış bölgeleri oldukça hızlı dönüyor. Andromeda dağılıp parçalanmadığına göre, dış bölgelerin bu kadar hızlı dönerek gökadanın tek bir parça olarak kalması durumu, ancak orada onu tutan fazladan kütleçekim varsa mümkündür. Bu da orada, görülemeyen karanlık bir maddenin olabileceği fikrini destekliyor.
Aynı metotla yapılan iki farklı ölçüm, bir fikre işaret ediyordu. Şimdi ise, tamamen alternatif bir metot da aynı fikri destekliyor görünüyor. Bu durum hatalardan arındığımızı ve gerçekten orada bir şey olma ihtimalinin çok fazla olduğunu işaret ediyor. Aslında günümüzdeki daha iyi ölçümler sayesinde biliyoruz ki Zwicky'nin bulduğu 400 kat değeri, Hubble'ın 1929 yılında evrenin genişlediğini gösterdiği hatalı miktarı kullandığı için biraz fazla. Fakat yine de günümüzdeki (artık hata neredeyse yok denecek kadar az) değeri, 50 kat fazla materyal olduğuna işaret ediyor. Yani günümüz bilgisini kullanarak, teknolojik sınırları aşarsak, gözlemler hala geçerli.
1975 yılında Morton Robert ve Robert Whitehurst, 1970 yılında Vera Rubin ve Kent Ford tarafından yapılan daha detaylı Andromeda gözlemlerini inceleyerek, Andromeda'nın dış bölgelerinde fazladan 200 kat fazla görülemeyen materyal olduğu sonucunu buluyorlar. İlginç bir şekilde Roberts ve Whitehurst, 1933 yılında Zwicky'nin ve 1936 yılında Smith'in yaptığı çalışmadan haberdar değiller gibi görünüyor
Mademki bu olguyu göremiyoruz algılayamıyoruz e o zaman nasıl var olduğunu iddia ediyoruz ?
Bilim insanları uzaydaki büyük cisimlerin kütlelerini hesaplamak için onların hareketleri üzerine çalışırlar. 1970'li yıllarda spiral galaksilerin incelemesini yapan gök bilimciler, merkeze daha yakın olan cisimlerin galaksinin dış kenarlarında olan cisimlere göre daha hızlı hareket edeceğini umuyorlardı. Halbuki, her iki konumdaki yıldızların aynı hızda hareket ettiklerini gördüler ve şu sonuca vardılar: Galaksiler görünenden çok daha fazla kütle (madde) içeriyordu
Eliptik galaksilerde bulunan gaz üzerine yapılan araştırmalar da görünür nesnelerde bulunan kütleden daha fazla kütleye ihtiyaç olduğunu göstermiştir. Eğer galaksi kümeleri, sadece geleneksel astronomik ölçümlerle gözlemlenen kadar kütle sahibi olsaydı, bir arada duramayıp dağılırlardı.
Albert Einstein evrendeki cüsseli cisimlerin bir lens gibi hareket ederek ışığın sapmasına ve kırılmasına neden olduğunu bizlere gösteriyor aslında.
Gökbilimciler ışığın galaksi kümeleri tarafından nasıl saptırıldığını inceleyerek, evrendeki karanlık maddenin bir haritasını çıkardılar.
Tüm bu yöntemler evrendeki maddenin büyük bir kısmının henüz keşfedilmemiş bir şey olduğunu göstermektedir.
Aslında bu enerjinin varlığını Big Bang den anlayabiliriz.
Çünkü Büyük Patlama'nın ardından evren dışa doğru genişlemeye başlamıştır. Bilim insanları başta bu enerjinin tükenip yer çekiminin nesneleri kendine çekmesi gibi yavaş yavaş kendi içine çekileceğini düşünmüşlerdi. Fakat süpernovalar üzerine yapılan araştırmalar gösterdi ki evren, sanılanın aksine, geçmiştekinden daha hızlı genişlemektedir. Evrenin kütle çekiminin üstesinden gelebilmesinin tek ihtimali ondan daha büyük bir enerjiye sahip olmasıdır. Bu da karanlık enerjidir.
Aradan geçen neredeyse bir yüzyıllık süre boyunca, gelişen teknoloji ve gözlem teknikleri sayesinde bu gözlemler daha da detaylandırıldı. Günümüzde artık evrendeki karanlık madde miktarının, normal (baryonik) madde miktarına olan oranını dahi keskin bir şekilde bilebiliyoruz. Bunu ölçmemizi sağlayan metotlardan biri de, neredeyse herkesin adını bildiği kozmik mikrodalga arka alan ışınımı üzerinde yaptığımız analizlerdir. Aynı zamanda gökada kümelerinin, sahip oldukları aşırı miktardaki kütle sebebiyle uzay-zamanı bükmeleri, bir mercek etkisi yaratmaktadır. Bu sayede arka planında kalan gökadalar büyütülmüş ya da görüntüleri bozulmuş bir şekilde birkaç yerde aynı anda görünebilir (tıpkı bir bardağın bir nesnenin önüne geçtiğinde olduğu gibi). Bunun gibi çeşitli metotlarda yaptığımız gözlemler tek bir şeyi işaret ediyor: Bu durumu elimizdeki fizik yasalarıyla uyumlu bir şekilde açıklamak için, açık bir şekilde orada daha fazla miktarda madde olmalı.
Ya da! Açık bir şekilde genel görelilik eksik. Hatırlayın, varsayımımız merkezkaçı dengeleyen bir kütleçekimdi. Kütleçekimin daha fazla olması gerektiğini söylüyoruz; bunu yapmanın pratikte iki yolu vardır: ya daha fazla madde eklersiniz ya da kütleçekim fonksiyonunu değiştirirsiniz. Artık Einstein sayesinde aslında kütleçekim diye bir şey olmadığını, bu durumun maddenin uzay-zamanı bozması olduğunu biliyoruz. Yani yapmamız gereken iki şey vardır; ya karanlık maddeyi bulacağız ya da Einstein'ın genel görelilik kuramındaki eksikliği, onu modifiye ederek gidereceğiz.
Aslında bakarsanız ikinci seçenek günümüzde yapılmış durumdadır. Günümüzde karanlık made ve karanlık enerji ihtiyacını ortadan kaldırmak için genel görelilik üzerinde modifiye yaparak bu sorunu çözen bazı teoriler bulunmaktadır. Fakat bunların gözlemlerle desteklenmesi gerekiyor ve ne yazık ki bu gözlemlerin birçoğunu hala yapabilecek teknolojiye sahip değiliz. Evrenbilimciler sorunu bu şekilde çözmeye çalışırken, bir yandan da parçacık fizikçileri karanlık madde parçacığı olabilecek parçacıklar arıyor. Yapılan çalışmalar, simülasyonlar olası bazı durumlar gösterse de henüz net bir şey bulunabilmiş değil. Yani özetle, bilim dünyası şu anda çorap söküğünün ucunda olabilir, yalnız o çorap bir türlü sökülemiyor.
Peki, Karanlık Maddeyi diğer oluşumlardan ayırt etmek istersek şöyle maddeler ortaya çıkacaktır:
Karanlık maddenin yıldızlardan uzak bölgelerde yer aldığı için karanlık olan ve dolayısıyla göremediğimiz normal gaz bulutları olmadığını biliyoruz; çünkü bu durumda en azından kızılötesi teleskoplar ve radyo teleskoplarla görebileceğimiz elektromanyetik dalgalar yayardı.
Karanlık madde antimadde değil; çünkü antimadde normal maddeyle çarpışınca bu ikisi tümüyle enerjiye dönüşerek birbirini yok ediyor. Bu tür patlamalar gama ışınlarına yol açarak kendini gösteriyor.
Karanlık madde kara delik olamaz; çünkü kara delikler her ne kadar karanlık olsa da normal maddeden oluşan yıldızların çökmesiyle ortaya çıkıyor ve bu sebeple yerçekiminden etkileniyor.
Kara delikler içinden ışığın bile kaçamayacağı kadar güçlü yerçekimine sahip bulunuyor. Dolayısıyla normal madde gibi davranıyor ve tıpkı suyun dibine çöken ağır bir taş veya büyük kütleli yıldızlar gibi, daha çok galaksilerin merkezinde toplanıyor.
Peki Karanlık Madde kurgu olabilir mi ?
Fizikçiler yeraltında inşa ettikleri detektörlerde karanlık madde izi bulamayınca böyle bir şey olmadığını düşünmeye başladılar. Hatta astrofizikçi Erik Verlind, karanlık maddenin değil de bizzat yerçekiminin, galaksiler arasındaki uzaklığa bağlı olarak değiştiğini söyledi ve bunun için de entropik yerçekimi teorisini geliştirdi.
Ancak, nötron yıldızlarının çevresinde dönen beyaz cücelerin yörüngelerini teleskoplarla incelediğimiz zaman, yerçekiminin gerçekten de Einstein’ın dediği gibi ışık hızında gittiğini gördük. Bu da karanlık maddenin olmadığını aslında bizim yerçekimini yanlış ölçtüğümüzü gösteriyor. çünkü yerçekimi mesafeye göre kılık değiştiriyor şeklinde özetleyebileceğimiz entropik yerçekimi teorilerinin büyük kısmını geçersiz kılmıştır.
Ne Kurgu Ne Gerçek diye düşündüren bu iddia bir hayli iAma şunu da bilmekte yarar var: Karanlık Madde ne kadar kara olursa olsun varlığının kararı o kadar ölçülü olacaktır.
İleriki videolarda görüşmek üzere
VVideoyu izleyerek veya alttaki yazıyı okuyarak takip edebilirsiniz.
Öncelikle herkese merhaba. Bu videomda yine çok ilginç
konulardan biri olan paralel evren teorisinden ve paralel bir evrenden
geldiğini iddia eden insanlardan bahsedeceğiz.
Hazırsanız başlayalım…
Paralel evren teorisi, alternatif evrenler, alternatif gerçeklik
ya da çoklu evren teorisini birçoğunuz duymuştur elbet. Aslında bu kavramlar
özünde aynıdır. Paralel evren teorisi zamandaki tüm alternatif kararların,
seçimlerin ve olayların dallanıp budaklanarak farklı farklı sınırsız sayıda
evreni oluşturduğunu iddia eden bir teoridir. Yani kısaca bir başka evrende
sizden bir tane daha var diyebiliriz. Ve oradaki siz buradaki sizden daha
farklı kararlar alıyor ve daha farklı bir hayata sahip.
Şimdi size paralel bir evrenden geldiğini iddia eden ve öyle
olduğu tahmin edilen iki vakadan bahsedeceğim.
1-
LerinaGarcía:
Lerina bir sabah uyandığında o
günün diğer günlerden farklı olacağını asla bilmiyordu. Her zamanki gibi işe
gitmek için yatağından kalktı ve üstünü değiştirmek için dolabını açtı.
Dolabındaki kıyafetler ona ait olmayan ya da aldığını hatırlamadığı
kıyafetlerdi. Çok şaşırmış olmasına rağmen aldığını hatırlamadığını düşündü ve
olayın üstünde durmadı. İçeri gittiğinde gördüğü kişi şu anki sevgilisi değil
eski sevgilisiydi. Bunun bir yanlış anlama olduğunu anlatmaya çalışan Lerina
telefonundaki fotoğrafları göstererek kanıtlamaya çalıştı fakat şu anki
sevgilisi olan adamla hiç fotoğrafı yoktu ve göstermek istediği fotoğraflar hiç
çekilmemişti. Eski sevgilisiyle aslında hiç ayrılmadığını anlayan Lerina hemen
evden çıkıp iş yerine gitti. İş yerine gidip odasına çıktığında kendi odasının
kapısında başkasının ismi yazılıydı. Lerina yanlış katta olduğunu düşünüp
kontrol etmek istedi. Doğru katta olduğunu fark edince girişteki güvenliğe
gidip sordu ve güvenlikten yıllardır burada çalıştığını fakat bambaşka bir
departmanda çalıştığını bahsettiği makamda hiç olmadığını öğrendi. Bu şokun etkisi ile kendini iyi
hissetmediğini söyleyerek izin aldı ve hemen ailesinin yanına gitti.Lerina
ailesinde hiçbir şeyin farklı olmadığını görünce rahatladı. Sohbet ederken
kardeşinin birkaç hafta önce geçirmiş olduğu ameliyatı sordu fakat kardeşi öyle
bir ameliyat hiç geçirmemişti. Daha fazla olayı büyütmek istemedi çünkü deli
olduğunu düşüneceklerini biliyordu. Fakat Lerina kendi dünyasından tamamen
farklı bir dünyaya uyandığının da farkındaydı.
2-
Taured’den Gelen Adam:
Tokyo’da bulunan hava alanına normal
seyrinde gelen bir uçak iniş yapmış ve yolcuların pasaport kontrolleri
başlamıştır. Daha sonra gayet normal görünümlü bir adam gelir ve görevliye
pasaportunu uzatır. Görevli şaşkın bir şekilde bir adama bir de elinde ki
pasaporta bakar. Görevli hemen güvenliğe haber verir ve güvenlik gelip adamı
tutuklar. Adamın pasaportunda Taured
adında bir ülkeden geldiği yazılıdır fakat gerçekte böyle bir ülke yoktur. Adam
sorguda, bir iş adamı olduğunu ve Tokyo’ya daha önce de geldiğini fakat böyle
bir sorun hiç yaşamadığını anlatır. Güvenlikler adamın pasaportuna baktığında
tüm imzalarla birlikte gerçekten de Tokyo’ya daha önce 3 defa daha geldiğini
hatta gittiği diğer ülkeleri de görürler. Adamın dili Fransızca olsa da çok iyi
bir şekilde Japonca da bilmektedir.
Adama bir harita verip geldiği Taured adındaki ülkenin yerini
göstermesini isterler. Adamın gösterdiği yer ise Andora Prensliğidir. Adamın iş
Japonya’da iş yaptığı adamlara sorulduğunda, böyle bir adamı tanımadıkları ve
böyle bir ülke ile ortaklıkları olmadığını söylerler. Daha sonra adam bir
otelde rezervasyonu olduğunu söyler ve bu otel araştırılır. Gerçekten böyle bir
otel vardır fakat rezervasyon yoktur. Polis olayı araştırmak
için işe koyulur ve adam polisler eşliğinde bir otele yerleştirilir. Sabah
olduğunda adamı almaya gelen polis, adamı oda da bulamaz. Kapıda bulunan
polisler, adamın asla dışarı çıkmadığını söylerler. Odada inceleme yapan polis,
adamın izine rastlayamaz. Yatak hiç kullanılmamış, banyoya hiç girilmemiştir.
Oda da balkon yoktur, bir pencere vardır fakat oradan kaçmış olması odanın 6.
Katta olması ve pencerenin hiç açılmamış olması nedeni ileimkansızdır. Daha
sonra polis eline geçen pasaport vs gibi delilleri ortadan kaldırır ve konu
kapanır.
İngiliz Teorik fizikçiStephen Hawking, kara
deliklerin paralel evrene açılan kapılar olabileceğini belirtmişti. Avrupa Uzay Ajansı (ESA) çalışanı Chary ise,
BigBang'den 100 bin yıl sonrasını incelediğinde parlak noktalar saptadığını, bu
noktaların bizim evrenimiz ile çarpışan paralel evrenler olabileceğini iddia
etmişti. Nasa da bu konuda çalışmalarını devam ettirmektedir.
Stephen Hawking gibi birçok ünlü bilim
insanı paralel evrenlerin olduğunu iddia etse de bunlar birer teoriden
ibarettir. ŞİMDİLİK…
Bir başka konuda görüşmek üzere hoşça kalın.
Tarihin gizemli olaylarından birisi de kuşkusuz ki Philadelphia Deneyidir
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra II. Dünya Savaşı’nı öngören Amerika hükümeti, gemilerinin radarlara yakalanmamasını istiyordu ve 1930’lu yıllarda bu konuda bilim adamlarından özel bir projeyi hayata geçirmelerini istediler. Başkanlığını Nikola Tesla’nın yaptığı bir grup bilim adamı, bu amaç uğruna çalışmaya başladılar. Yaklaşık 10 yıllık bir çalışmanın sonunda proje, deneme aşamasına geldi ve deneyde Amerikan donanmasında görevli küçük bir destroyer olan USS Eldridge adlı geminin kullanılmasına karar verildi. Gemi; jeneratörler, vericiler, güç yükselticiler, modülasyon devreleri ve elektromanyetik alan oluşturmaya yarayacak araç ve gereci içeren tonlarca ekipmanla donandı. 22 Temmuz 1943’te, saatler 09.00’ı gösterdiğinde, elektromanyetik alan jeneratörleri aktifleştirildi ve Eldridge’in etrafını yeşil bir duman kaplamaya başladı. Kısa bir süre sonra artık gemiyi dumanların ardından görmek tamamen imkânsız olacaktı. Gemiyi kuvvetli bir elektromanyetik alanla çevrelenmişti ve bu alıcılar tarafından kolaylıkla gözlemlenebiliyordu. Havadaki duman çekildiğinde ise deneyin istenenden daha başarılı olduğu anlaşıldı. Eldridge’in radarlara görünmemesi isteniyordu fakat gemi tamamıyla ortadan kaybolmuştu.
Ancak olayın asıl muhatabı olan Amerikan hükümeti ve deniz kuvvetleri böyle bir deneyin ya da projenin varlığını asla kabul etmedi. Bunların asılsız, hayal ürünü iddialar olduğu savunuldu. Ancak diğer taraftan görgü tanıklarının ifadeleri aksini iddia etmektedir. Ayrıca olayla ilgili deliller ve karanlık birkaç tanığın ifadesi de içerisinde çokça şaibe barındırmaktadır.
Olayın genel hatları bu şekildedir ayrıntılı bir şekilde konuyu ele aldığımızda
1933 yılında Roosevelt ABD’nin başkanı olmuş ve hemen ardından eski dostu ve dünyanın sayılı bilim adamlarından Nikola Tesla’yı Washington’a davet ederek ondan devlet adına bazı projeleri yürütüp yürütemeyeceğini sormuştur.
Tesla’dan olumlu cevap alınmıştır. Başkan ona, Gökkuşağı Projesi şeklinde bilinen projeden söz etmiş ve Tesla bu proje üzerinde çalışmaya başlamıştır. 1936’ya gelindiğinde Tesla, önemli gelişmeler kaydetmiş hatta insansız bir gemiyi gözden kaybedip sonra da geri getirmeyi başarmıştır.
Ancak yetkililer deneyin insanlı olarak yapılmasında ısrar etmişler, fakat Tesla bu deneyin insanlara zarar vermemesinin mümkün olmadığını savunmuştur. Bu konuda fikir ayrılığına düşülünce Tesla projeden ayrılmıştır. Bu noktadan sonra projeyi Dr. John Von Neumann devralmıştır.
Amerikan hükumeti için çalışan bilim adamları arasında Nazi Almanya’sından kaçıp ABD’ye sığınan Albert Einstein da vardı. Einstein’ın “Birleşik Alan Teorisi”nin Philadelphia deneyini başarıya götüren en büyük etken olduğu varsayılmaktadır. Einstein bu teorisini 1925-27 tarihleri arasında Prusya’da yayımlanan bir bilim dergisine göndermiş ancak tamamlayamadığını düşünerek geri çekmiştir. Einstein’ın bu teorisini ileriki yıllarda tamamladığı, ancak bunun savaş sırası ve sonrası hükümetlerce gizlenmiş olduğu varsayılmaktadır.
Olayın yaşandığı anda
USS Eldrige, Philadelphia Deniz üssü açıklarındaki deney mahalline gelmişti. İçerisi elektromanyetik alan oluşturucu donanımla donatılmıştı. Tesla’nın ısrarla belirttiğinin aksine, deney sırasında gemide mürettebat da bulunduruluyordu. Bu deneye ticari bir gemi olan Andrew Furuseth’in mürettebatı da tanıklık etmiştir.
22 Temmuz 1943’te şalterler kaldırılmış ve dumandan dolayı gemi gözden kaybolmuştu
15 dakika sonra şalterlerin indirilmesi emredildi. Yeşil duman yeniden belirdi ve duman çekilirken Eldridge yavaş yavaş yeniden materyalize oldu. Ancak bir şeylerin ters gittiği hemen anlaşılmıştı. Gemiye iletilen telsiz mesajlarına yanıt gelmiyordu.
Gemiye çıkıldığında ise mürettebatın hiç de iyi durumda olmadığı görüldü. Bir bölüm, mürettebat yaşadıkları korku dolu dakikalarda gemiden aşağı atlamıştı. Gemiden o anda atlayanların hiç birinin cesedi bulunamamıştır. Sağ kalanların çoğu akıllarını kaçırmıştı hatta 5 asker geminin metal gövdesi ile kaynaşmıştı Normal durumda olan mürettebatın ise ileriki zamanlarda olağanüstü şeylerle karşılaştıkları rapor edilmiştir. Bu insanlar Bulundukları yerde birden yok olup başka bir yerde görünebiliyorlardı. Duvarların içinden geçebiliyorlardı. Birçoğu bu duvarların arasına sıkışarak can verdi. Birden bire taş kesilip, bir başkası onlara dokunana kadar öyle kalanlar vardı. Bunun yanında doğaüstü güçlere sahip olanlarda vardı. Sağ kalan adamlar asla tam anlamıyla düzelemediler. Akıl sağlıklarını kaybettikleri gerekçesiyle de ordudan uzaklaştırıldılar. Donanma bu personeli topyekûn emekliye sevk ederek gemiye yeni personel atadı. Bilim adamlarına da sadece radar görünmezliği istediklerini, optik görünmezliğe gerek olmadığını bildirdi.
Aradan geçen zaman sonrasında bu deneyin tekrar yapılmasına karar verildi. 28 Ekim 1943’te yine Eldridge üzerinde ikinci deney gerçekleştirildi. elektromanyetik jeneratörler yeniden çalıştırıldı. Gemi bir kez daha hemen hemen tamamen görünmez oldu. Sadece gövdesinin ana hatları seçilebiliyordu. Bir kaç saniye süresince işler yolunda gider gibiydi ta ki ansızın gözleri kör edebilecek kadar güçlü mavi bir ışık patlaması meydana geldi ve gemi gözlerden tümüyle kayboldu. Eldridge, inanılması güç bir şekilde bir kaç saniye sonra, 600 kilometre ötede, Norfolk açıklarında yeniden maddeleşti. Norfolk’ta bir kaç dakika boyunca görülür durumda kaldıktan sonra tekrar görünmez oldu ve saniyeler içinde Philadelphia Deniz Üssü açıklarında yeniden belirdi. Elektronik kamuflajı gerçekleştirmeye çalışan bilim adamları koca bir gemiyi, mürettebatı ile birlikte ışınlamış ve sonra da geri getirmişlerdi. Gemi önceden Norfolk limanında bulunuyordu daha önce gitmediği bir yere ışınlanmak yerine zamansal olarak önceden bulunduğu yere gidip gelmesi zamanda yolculukla ilgili çalışmalar ile ışınlanmanın paralel bir şekilde yürütülmesi gereken çalışmalar olduğu fikirlerini oluşturdu
İki defa yapılıp başarısız olduğu varsayılan bu deney için kesin ve net olan bir bilgi vardır ki o da, ABD hükümeti Philadelphia deneyinin yapıldığını ya da projenin yürütüldüğünü hiçbir zaman kabul etmemesidir. Donanma, Eldridge’in sözü edilen tarihlerde Philadelphia’da bile olmadığını iddia etmiştir. Deneyin yapıldığı günlere yakın bir tarihte Bermuda Şeytan Üçgeninde, eğitim amaçlı olarak bulunduğu açıklanmıştır. Philadelphia deneyi, reddedilen iddialarla beraber tarihin en büyük sırlarından biri olarak kalmıştır.
Bizler her ne kadar reddedilse de çeşitli bilim insanlarının öne sürdüğü teorileri inceleyelim
IŞINLANMA
USS Elridge gemisi, görünmez yapılmaya çalışılırken, ışınlanmıştır. Bu ön kabul mümkün görünmekte. Bir cismin, moleküler transportasyonu, yani başka bir yere taşınması, mümkün görülüyor Ancak ister istemez akla başka sorular geliyor. Neden gemi 640 kilometre ötede başka bir limana gitti. Neden üç yüz kilometre öteye ya da 2000 kilometre öteye değil. Bu konu hala daha gizemini korumaktadır.
BAŞKA BOYUT
Bu teoriye göre gemi, başka bir boyuta geçti. Ve tekrar bizim boyutumuza atladı. Bu atlayış, geminin ilk kaybolduğu yerden çok daha uzağa taşınmasına yol açtı. Oluşturulan manyetik alan, uzay zamanı bükmüş ve USS Elridge, boyutlar arası yolculuğuna bu şekilde başlamıştır. Her ne kadar mantıksız gibi görünmese de ortada çok büyük bir problem var; manyetik alanlar, uzay zamanı bükebilir mi bilmiyoruz
KARADELİK
Birtakım araştırmacılar ise Mini bir karadelik olduğunu iddia etmektedir Gemideki olağandışı tepkimeler mini bir karadeliğin oluşmasına yol açmış ve bu karadelik tarafından yutulan USS Elridge, bahsi geçen olayları yaşamıştı
Her ne kadar Olayı yaşayan mürettebattan bazıları geleceğe gidip geldiğini iddia etse de bu deney gizemini korumakta açıklanabilmesi için en azından tekrar edilerek gözlemlenmesi gerekmektedir.
Bu ve bunun gibi konular hakkında bilgi sahibi olmak için kanalımıza abone olabilirsiniz ileri ki videolarda görüşmek üzere
Sosyal Medya Hesaplarım
Popular Posts
-
İNSANLARIN DA BULUNDUĞU KADİM IRKLAR (7 ANA KÖK SOY)
Öncelikle merhaba arkadaşlar bu yazımda sizlere Helena P. Balavatsky'nin de bahsettiği Yedi Kök soy ve Kadim Irklar teorisini a... -
Irak'ta Ele Geçirilen Yıldız Geçidi
Bu tarz konular için youtube kanalımıza bakabilirsiniz Yıldız geçitleri portal gibidir başka biryere çikar. Dünya... -
Münazara da kullanılabilecek Bilim mi Önemli Yoksa Sanat Mı sorusuna Bilim Tezini Savunan Taraf
Bu Tarz Konular İçin Youtube Kanalımıza Bakabilirsiniz Bugün ki yazacağım konu sayfanın konularıyla pek ilgili olmasa da özgün, kendim t... -
Münazara da kullanilabilecekler 2 ( Yapay Zeka)
Bu Tarz Konular İçin Youtube Kanalımıza Bakabilirsiniz Öncelikle merhaba arkadaşlar bu yazi serimizin ikinci serisinde yapay zekaya değinece... -
NAZİ UFOLARİ VE İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
PROJE ADI: ÖLÜMSÜZ ASKER Bu Tarz Konular İçin Youtube Kanalımıza Bakabilirsiniz 1945 yilinda celne şehrini ele geçi...