Latest Posts




Medeniyetin Kurtuluşu: Dyson Küresi

Enerji… İnsanlığın bitmek bilmeyen ama gün geçtikçe tükenme tehlikesinde olan önemli ihtiyacı. Kişi başına düşen enerji tüketimi, gelişmiş ülkeleri gelişen ve gelişmemiş ülkelerden ayıran bir mihenk taşı. Örneğin Dünya nüfusunun %5’ini bile oluşturmayan ABD tüketilen tüm enerjinin %25`ini harcıyor. Aynı şekilde uygarlıkları da tükettikleri ya da elde ettikleri enerjiye göre sınıflandırmak mümkün. Ayrıca daha önceki videolarımızda bahsettiğimiz Kardashev Cetveli tam da bunu yapıyor. Tip I olarak adlandırılan uygarlıklar, üzerinde yaşadıkları gezegenin tüm enerjisini kullanabiliyor. Tip II, çevresinde dolaştıkları yıldızın enerjisinin neredeyse tamamını kontrol altına almış uygarlık olarak tanımlanıyor. Tip III uygarlıklar ise içinde bulundukları galaksinin enerjisini kontrol edebiliyor. Hepimiz biliyoruz ki gezegenimizin enerji kaynakları sonsuz değildir. Sınırlı ölçüdeki bu kaynaklar bir gün tükenecekler. Dolayısıyla o gün gelmeden konuyla ilgili önlemleri almak zorundayız. 
Önlemlerden biri Güneşe Kafes geçirmek mi ? Düşününce absürt saçma gelebilir ama bu enerjinin absürtlüğü söz konusu bile değildir. 
O zaman Güneşe Kafes geçirerek enerjiye hükmetme Projesi Dyson Küresine merhaba diyelim.
(İntro)

1960 yılında ilk kez bu varsayımsal yapılar hakkında kurguyu ortaya atan İngiliz-Amerikan asıllı teorik fizikçi Freeman Dyson’a göre, yerel yıldız mahallelerinde bazı uydulara ve gezegenlere yerleştikten sonra akıllı bir uzaylı türü, artan popülasyon nedeniyle çok daha fazla enerji tüketmeye başlayacak ve bunun sonucunda da böyle bir girişimde bulunmak isteyecektir.
Bu uzaylı türünün endüstrisinin ve popülasyonunun her yıl düzenli bir şekilde %1 oranında büyüdüğünü varsayarsak, Dyson’ın hesaplamaları, türün işgal ettiği alanın ve enerji ihtiyaçlarının katlanarak artacağını, hatta 3000 yıl içerisinde trilyon katına çıkacağını ileri sürüyor. Güneş sistemleri Jüpiter büyüklüğündeyse türün mühendisleri, gezegeni nasıl parçalara ayıracaklarını ve gezegenin kütlesini nasıl küresel bir kabuğa yayacakalarını düşünmeye başlamalılar.
Dyson küresi, bir yıldızın tüm enerjisini elde etmek için onun etrafını saran ve bu enerjiyi kullanabileceğimiz bir enerji formuna çeviren bir yöntemdir. Dyson Küresi yıldızın tüm yüzeyini kaplayan bir yapıdır. Yıldızın tüm yüzeyini saran reseptörler ile yıldızın tüm enerjisini istediğimiz bir yere ya da bataryalara yönlendirir. Diğer bir seçenekse medeniyetin direk Dyson küresinde yaşamasıdır.
Kızılötesi radyasyonlardan dolayı Dyson kürelerini, uzaktaki astronotların evrendeki diğer varlıkları tespit etmek için kullanabilecekleri bir tür teknolojik imza olarak kabul edebiliriz. Şu ana kadar çok az sayıda araştırmacı Dyson kürelerini tespit etmek umuduyla geceleri gökyüzünün kızılötesi haritalarını taradı ancak hiçbiri sıra dışı bir şey görmedi.
2015 yılında Yale Üniversitesi’nde çalışan Tabetha Boyajian adında bir astronom, KIC 8462852 isimli bir yıldızdan gelen ışığın gizemli bir şekilde kısıldığını kaydetti. Bu alışılmamış titreşim araştırmacılar tarafından daha önce kaydedilen hiçbir veriyle eşleşmiyordu. Bazı araştırmacılar titreşen ışık düşüşlerinin, yerleşik bir Dyson küresinden kaynaklanabileceğini düşündü. Bu düşünce medyanın ilgisini fazlasıyla üzerine çekti. Kurum tarafından diğer canlılık belirtilerini araştırmak için düzenlenen, Boyajian anısına Tabby’nin yıldızı olarak adlandırılan teknolojik kampanyaların altı boş çıktı. Dahası şu an bir sürü araştırmacı ışığın davranışlarını başka canlılık aramadan cevaplamaya çalışıyor.
Dyson küreleri onlarca yıldır bilim kurgu dünyasının temelini oluşturuyor. 1937’ye kadar belirli bir galakside sistemlerin nasıl olduğunu Dyson’ın düşüncelerini etkileyen, bir Stapledon romanı “Star Maker”; güneş enerjisini akıllı kullanım için odaklayan, tüm galaksinin karartıldığı ve ışık tuzaklarıyla çevrili olarak açıklıyordu. Yazarı Larry Niven olan “Ringworld” adlı romanda ise 1992 yılında yayımlanan “Star Trek: Next Generation” bölümünde de olduğu gibi yıldızı çevreleyen halka şeklinde bir yapı olarak tanımlanmıştı.
Madde ve Enerji İhtiyacımız gün geçtikçe artıyor. Bu ihtiyacımızı karşılayacak sınırlı madde olanaklarımız var. 
Hatırlarsanız Daha önceki videolarımızda Antimadde kavramından bahsetmiştik.
Kısaca açıklarsak, Elde etmesi zor, enerjisi bol prensibini içeren maddenin ters ikiziydi. Enerji ihtiyacımızı fazlasıyla karşılayacaktır ama zorluğu yok değil. Dyson ise bir umut olabilir. Dünyada ürettiğimiz çevreye zararlı enerji kaynakları hem gezegene zarar veriyor hem de çabuk tükeniyor. Kısacası enerjimizi içte değil dışta arama zamanı… 
Esas konu, dünya dışı zeki yaşam formları ararken zihinlerimizi biraz da olsa açmak ve bu tür konulara geleneksel yaklaşımlarımızın dışında bir yaklaşım göstermemizdir. Dış Gezegenlerde yaşam arama mücadelemizde Binlerce yöntem denendi ve hiçbiri yeterli etkiyi göstermedi. 
Uzaylıları hep aklımızın yanında filmlerin, kitapların veya dergilerin kurguladığı şekilde hayal etmemizin de bize birçok yararı olduğu kadar zararı da olacak. Eğer onları bulacak olursak onlar hakkında hüküm verdiğimiz sanılarımızın doğru çıkması hiç de olası değil. Bu, durum bizim çöküşümüz, yok oluşumuz ya da sonumuz olabilir. 
İleriki Videolarda Görüşmek Üzere…



Dilerseniz yazımızın altında video olarak anlatım bulunmakta izleyebilirsiniz
.
21 yüzyıl... 
Bugün bile dünyamız ve barındırdığı Topraklar ve denizler hakkında her geçen gün yeni şeyler öğrenip yeni bilgilerle aydınlanıyoruz. Hal böyleyken Bir de geçmiş dönemleri bilimin teknolojinin ve diğer beşeri gelişim alanlarının günümüzden çok farklı olduğu, insanların yaşadığı sınırlı bölge dışında çok da Fikri'nin olmadığı dönemleri düşünün. Işte Bu dönemlerde yaptığı keşiflerle Dünya tarihini etkileyen ona yön veren İbni Batuta, Marco Polo, Vasco da Gama, Kristof Kolomb gibi kaşiflerden ve onların keşiflerle dolu yolculuklarından bahsedeceğimiz bu videomuzda bu anlatılanların günümüz dünyasında bir örnek teşkil etmesi gerektiğini değerlendirerek izlemenizi tavsiye ediyoruz. 
Dünya tarihinde bu konuda oldukça yoğun isimler olduğundan dolayı bu videomuzda afrika ve Asya devam videosunda ise diğer kıtaları anlattığımız 2 videoluk bir seri olmasını planlıyoruz.
Peki ya bu isimleri dünyayı keşfetme yolculuğuna iten, daha önce ayak basılmamış topraklara çeken şey neydi? Bunun pek çok nedeni olabilir Elbette fakat biz bunun temelinde merak ve maddi kazanç sağlama Yani para olduğunu düşünüyoruz Avrupalı devletler arası artan hammadde ve pazar arayışı ile birlikte Coğrafi keşiflerin de maksimum düzeye ulaştığını görüyoruz Bu da kaşifleri keşfetmeye iten gücün temel noktalarından birinin para olduğu varsayımımıza kuvvetli bir dayanak noktası olarak göze çarpıyor. 
Zaten ilk çağlardaki minoslular Mısırlılar yunanlar fenikeliler gibi uygarlıkların büyümelerinde de yeni yerlerin keşfinin önemli olduğunu görüyoruz. Işte tüm bu itici Güçler ile başlayan keşiflere ve onların Dünya tarihini nasıl şekillendirdiğine bir göz atalım. 
Afrika'da keşifler denince akla gelen ilk isimlerden biri İbni Batutaydı. Batuta aslen Fas'ta yaşıyordu ciddeye gitmek için Mısır'dan geçip kızıldenize ulaştı Fakat burada kabile savaşları arasında kalınca Kahire'ye yani Mısır'a geri döndü. Buradan Mekke'ye Oradan da Bağdat'a ulaştı. Fakat burada Dünyayı tehdit eden Moğol birlikleri ile karşılaşınca yeniden Mekke'ye döndü burada durup İbni batuta'nın yolculuğuna ufak bir ara vermek istiyoruz bir şey dikkatinizi çekti mi? dünyanın savaşlarla dolu olan bu döneminde yeni keşiflere imza atmanın hiç de kolay olmadığını söyleyebiliriz bilinmez diyarların getirdiği zorluklara eklenen krallıklar Savaşı işi kaşifler için oldukça güç bir hale getiriyor olsa gerek işte tüm bu kargaşa içerisinde Afrika'yı keşfetmek isteyen Batuta için daha önce hiçbir gezginde kaydı bulunmayan yerlere ilişkin yazdığı bilgiler onun en önemli yolculuğunun bir parçası olacaktı. Sahra Çölü'nü geçerek maliye yöneldi ve Batuta yukarıda bahsini ettiğimiz güvenlik endişeleri nedeniyle bir grup kervana katıldı ve yola bu şekilde daha güvenli olarak devam etti maliye ulaştıktan sonra nijer Nehri boyunca yolaldı. Afrika'nın içlerine daha önce çok az sayıda Gezgin gitmeyi göze almıştı. Öyle ki Batuta sonrasında yaklaşık 400 yıl boyunca Keşif için sınırlı bu bölgelere hiçbir Kaşif uğramamıştı ve Batuta Afrika ve Asya yaptığı yaklaşık 120. 000 kilometrelik yolculukla gördüklerini yazarak kendinden sonraki kaşifler için güzel bir miras bırakıyordu. 
Tabii bu dönemde Avrupa ve Asya toprakları ortasında avrupalılarla savaş halinde bulunan Türk toplulukları yer alıyordu Asya'daki İpek baharat lüks taşlar ve İnciler gibi lüks mallar Avrupalılar için vazgeçilmezdi fakat savaş halinde oldukları Türklerden dolayı bu mallara kolay Ulaşamıyorlardı. Bu da onları yeni yollar aramaya yeni yerler keşfetmeye itiyordu. 
İşte bu dönemde Portekiz Kralı 2. joao 3 gemilik filoyu sefer için görevlendirdi. Bunlardan biri bartolomeo Dias'dı. Dias Afrika'nın en güneyine yani en uç kısmına giderek bugünkü adıyla Ümit burnunu buldu. Tabii Dias şiddetli fırtınalardan dolayı buraya Fırtınalar burnu demişti bugünkü adı olan Ümit burnu'nu ise onu görevlendiren Portekiz Kralı joao vermişti.Asya'da ise marko Polo 1271 yılında Çine doğru yola çıktı. bu dönemde moğolların bir kolu olan Kubilay Hanlığı burada bulunuyordu. Polo bu yolculuk esnasında gördüğü yerleri ve ilginç ayrıntıları not ediyordu.
Üç buçuk yıllık bir yolculuk sonucu Polo Kubilayın Sarayı'na ulaştı Marco Polo'nun Kaşif kimliğinde Kubilay'ın etkisi de oldukça büyüktü. Çünkü Marco Polo, Kubilay Han adına Sumatra, Tibet, Siri Lanka, burma gibi yerlere yolculuklar yapmıştı. Buradan da fark edeceğimiz üzere Dias, Polo gibi kaşifler büyük kralların yönlendirmesiyle ve sağladıkları maddi desteklerle yeni yerlerin keşfini hızlandırıyordu. 
Dias Ümit burnu'nu dolaşan ilk denizciydi vasco do Gama ise buradan devam ederek Hindistana Avrupa üzerinden deniz yolu ile ulaşacak ilk kişi olacaktı. Portekiz Kralı 1'inci manuel Vasco da Gama nın emrine 4 gemi ve 160 denizci verdi ve ona sağlanan bu destek Hindistan'a deniz yoluyla ulaşabilme konusunda etkili olmuştu. Bu sayede dengeler değişecek daha öncesinde Önemli olan Karayolları önemini kaybedecekti Bu da yeni keşiflerin tarihi akışına nasılda doğrudan etkili olduğunu göstermekte. Bu etkileri daha iyi anlayabilmek için coğrafi keşiflerin olmadığını varsayarak maddeler halinde ettiklerini düşünelim
1-Osmanlı günümüzde varlığını koruyabilirdi.
Köklü Bir devlet Olan Osmanlı coğrafi keşiflerin olumsuz etkisini en fazla hisseden ülkelerden birisiydi. O dönemlerde önemli bir etkisi olan ipek ve baharat yollarının kontrolünü elinde bulunduran Osmanlılar gelen ürünlerin Avrupa'ya geçmesi konusunda köprü vazifesi görüyordu. İyi bir gelir kapısı olan bu yollar coğrafi keşiflerle önemini yitirdi. Ayrıca önemli bir ticaret merkezi olan Akdeniz havzasının önemli bir bölümü Osmanlı himayesindeydi. Coğrafi keşiflerle beraber ticaretin önemli bir bölümü okyanuslara kayınca ekonomik anlamda olumsuz etkiler görülmeye başlandı. Tabiki yönetimsel ve siyasi olumsuzlukların da duraklama ve dağılma dönemine etkisi büyük fakat özellikle son dönemlerde duyunuumumiyenin kurulması yani dış borçların tahsili için vergilere el konulması yıkılmayı hızlandırdı. Coğrafi keşifler olmasaydı bir ihtimal farklı bir senaryo ile karşı karşıya kalabilirdik.
2-Yediğimiz çoğu sebze ve meyve şuan hayatımızda olmayabilirdi.
Özellikle Amerika'nın keşfi ile ortaçağın dünyasında tanınmayan bir çok sebze ve meyve hayatımıza girmiştir. Şakayla karışık çoğu yazılarda Fatih Sultan Mehmet domatesli menemen yiyemedi veya patates kızartması yiyemedi şeklinde ibareler görmüş olabilirsiniz. evet coğrafi keşifler olmasaydı. Çok fazla tüketilen patates, domates gibi ürünleri tüketemeyecektik. Bunlar dışında Mısır, kabak, turp, kırmızı biber,Nohut, biber, fıstık,kakao, tütün,kinoa, yaban mersini ve bunlar gibi bir çok ürün soframıza girmiştir. Eğer ki coğrafi keşifler olmasaydı bu ürünlerin adını bile duymamış olacaktık.
3-Coğrafi keşifler ile yok olan medeniyetler
Coğrafi keşifler her ne kadar özellikle batılı devletlerin leyhine olsa da gidilen yerlere hep kan götürülmüştür. Eski kadim medeniyetlerden olan inka,maya, aztek gibi toplulukların esamesi kalmamıştır. Bununla beraber köle ticareti hız kazanmıştır coğrafi keşifler olmasaydı. Özellikle astronomi, tıp mimari vb. Alanlarda gelişmiş olan bu medeniyetler belirli bir birikim ile günümüze kadar kalabilecek belki de dünya olarak farklı bir gelişmişlik seviyesine sahip olacaktık
Bu ve bunun gibi daha fazla arttırabileceğimiz etkilerinin olabileceği coğrafi keşifleri işlediğimiz bu videomuzda her ne kadar faydalı gibi görünen bazı durumların aslında daha farklı şekilde değerlendirmemiz gerektiğini anlamış olduk
İleriki videolarda görüşmek üzere



Dilerseniz üst kısımdaki videodanda yazımızı takip edebilirsiniz 

BİLİMİN EFSANELERİ-EL CEZERİ

İlkel dönemleri hayal edin insanlar için yaşam oldukça zor olsa gerek. Barındığımız mimari yapıların, elektronik aletlerin, mesafeleri kısaltan araçların, kolayca yemek pişirdiğimiz edevatların ve diğer tüm teknolojik aletlerin olmadığı bir dönem.
Peki ya birde günümüze bakalım. 21 yy. Karadan çok daha fazlasına dönüşmüş görünüyor havaya geçiş yapan araçlarla geçmişte günler süren bir yolculuğu birkaç saate indirmek bir hayli kolaylaştı İlk icat edildikleri döneme göre çalıştırmak için ayağa kalkmamız dahi gerekmeyen uzaktan kumandalarla çalışan araçlar da cabası Sadece günlük hayatımızı kolaylaştırma seviyesini çoktan geçip işi sosyal ve eğlenceli bir boyuta getirmiş teknolojik aletler bulunmakta
İşte tüm bu gelişim ve ilerlemelerin ortaya çıkış noktasında onlar var.
Onlar kimler mi?
Genellikle sıradışı fikir ve düşünceleriyle var olanın ötesini düşleyen bu doğrultuda da çalışmalar yapan insanlar solucan delikleri videomuzun sonunda bahsettiğimiz dünden bugüne süregelen bilimsel bayrak yarışında bayrağı taşıyanlar. Onlar olaylara farklı perspektiflerden bakarak yeni bir boyut ve mekanizma geliştirenler. Onlar çok çalışanlar ve asla pes etmeyenler.
Onlar bilimin efsanevi insanları!
Geçmişten günümüze adından sıkça söz ettiren ve günümüz bilim dünyasını ilmek ilmek işleyerek buralara getiren bilim insanlarını işleyeceğimiz bu serimize, robotik denince tarihte gelen ilk isim ve sibernetiğin kurucusu olan bir isimle başlıyoruz
El Cezeri! 
Asıl adı Ebû’l İsmail İbni Rezzaz olan El Cezeri batı dünyası tarafından El Cezeri olarak bilinir. 1136 yılında Fırat ve Dicle nehirleri arasında yer alan Cezire'de doğmuştur.
Türkçesi Makine 
Yapımında Yararlı Bilgiler ve  
Uygulamalar olan ve kısaca Kitab-ül Hiyel eseriyle robot mekaniği konusunda sibernetik ve mekaniği ilk kez birlikte kullanarak bu alanda önemli bir soluk getirmiştir. Bu eserinin giriş bölümünde eseri kaleme alma nedeni olarak şunu gösterir; “Bir gün  
Sultan’ın huzurundaydım ve yapmamı emrettiği şeyi getirmiştim… Ne düşündüğümü  
sezdi ve gizlediğimi açığa vurdu ve bana şöyle dedi: “Eşsiz araçlar yapmış, onları  
gücünle işler duruma getirmişsin. Seni yoran ve kusursuz biçimde inşa ettiğin bu şeyler 
kaybolup gitmesin. Benim için icat ettiğin bu araçları bir araya toplayan ve her  
birinden ve resimlerinden seçmeleri kapsayan bir kitap yazmanı istiyorum.” Onun bana  
sunduğu modeli uyguladım ve önerilerini kabul ettim, zaten boyun eğmekten başka  
yapacağım bir şey yoktu. Gerekli çalışmayı yapmak üzere gücümü topladım ve bu kitabı  
kaleme aldım.” burada bahsini ettiği sultan daveti üzerine Diyarbakır'a gittiği Artukoğulları’nın beyidir. 
Kitabında eserlerini anlatmış ve ayrıca şekillerini de kendisi çizmiştir. Buda onun aynı zamanda iyi bir sanatçı olduğunu da göstermektedir.
Kitabının orinali günümüzde mevcut olmasa da Türkiye de 5 ve dünya genelinde bilinen 15 adet kopyası bulunmaktadır.
İşte bizim karanlık çağ olarak bildiğimiz bu dönemde, aslında özellikle doğu da bilim ve teknolojik açıdan önemli gelişmeler yaşandığını ve El Cezeri'nin sibernetik alanında yaptığı çalışmalarla bu döneme damga vuran bilim insanlarından biri olduğunu söylebiliriz. 
Avrupa da bilim çevrelerince bu alanda Descartes, Pascal ve Bacon gibi bilim insanları ilk olarak gösterilse de aslında El Cezeri'nin rakiplerinden yüzyıllar önce bu alanda öncü çalışmalara imza attığını söylemek hiçte yanlış olmaz. 
Şimdi gelin birde el Cezeri'nin üretimleriyle birlikte gelişmeye başlayan sibernetik ve robotik alanına biz göz gezdirelim. Sibernetiğin temel olarak tanımı hem canlı hem de cansız sistemlerin bir amacı olabileceğini kabul eder. Sibernetik bazı kaynaklarda, kısaca canlılardaki sinir sistemini bilgisayar sistemlerine uyarlamaya çalışan bilim dalı olarak açıklanır. Bu kadar önemli bir alanın temellerini atan Cezeri'nin çalışmalarına bakmadan önce aslında onun yaptıklarının ne denli önemli olduğunu anlatmak isteriz. Çünkü bir alan düşünün ki daha öncesinde yapılan faaliyetler çok kısıtlı ve sınırlı. Sadece antik Yunan ve Mısır gibi bazı medeniyetler de yapılan daha temel ve basit çalışmalardan ibaret.

Yani Cezeri'nin örnek alabileceği geliştirebileceği çok da çalışma mevcut değil. İşte böyle bir nokta da o, kendi fikirleriyle kendi hayal dünyasıyla birlikte üretmeye başlayacak ve günümüzde ki bilim kurgu dünyasının da temelinde olan robotik dünyasının öncü ismi olmayı başaracaktı.
 Rüzgar gücünü kullanmak teknolojinin çokta gelişmediği bir dönemde iyi bir fikir olsa gerek, işte el cezeri de bu alanda çalışmıştır. Ve aslında günümüzde Hollanda gibi ülkelerle özdeşleşen rüzgar enerjisini kullanma konusunda öncü olmuştur.
Yukarıda el Cezeri'nin kitabını sultanın önerisi üzerine yazdığını söylemiştik, işte Cezeri yine sultan'ın kolay abdest alabilmesi için Tavus kuşlu abdest alma Makinesini yapmıştı. Buradan da günlük hayattaki işleri daha da kolaylaştırma düşüncesinin o zamanda var olduğunu görüyoruz.
Zamanı ölçmenin o zamanlarda da bir ihtiyaç olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz, işte Cezeri de bu alanda fil su saati, kayıklı su saati gibi çalışmalar da bulunmuştu. Filli su saatinde birçok mekanik işlem sonucunda her yarım saatte alet ses çıkartmaktaydı.
Tabi o dönem için bazen suyun yukarıya aktarılması da gerekiyordu işte Cezeri bunun için 4 diskli bir sistem yapmış ve suyun yukarı aktarılmasını sağlamıştı.
 Daha önceden bahsini ettiğimiz kitabında da bu eserlerine yer vermişti kitabı 6 bölümden oluşmakta ve her bölümde farklı türde çalışmalarını çizimler aracılığıyla anlatmaktaydı.
Bu bölümlerde : su saatleri, içecekler için kullanılan otomatik kaplar ve oyunlar, fıskiyeler havuzlar ve müzik otomatları, akarsu yada kuyulardan çıkan suyun kaldırılması üzerine düzenekler , saray hizmeti gören makineler ve şifreli kilitli kasalar gibi farklı konular da düzenekler mevcuttu.
Geçmişten günümüze, yaşadığı dönemin ötesine geçerek günümüze kadar ulaşan ve artık "efsane olan" bilim insanlarını işlediğimiz bu bölümümüz de sibernetiğin ve robotiğin öncüsü El Cezeriden ve onun döneminin ötesinde çalışmalarından bahsettik. 
Bir sonraki "bilimin efsaneleri" videomuzda belki elmayla yerçekimini keşfeden newtona belki hamamda suyun kaldırma kuvvetini bulduğu söylenen Arşimete, ya da bizim karanlık çağ olarak bildiğimiz aslında doğu ve Türk İslam medeniyetleri için oldukça aydınlık olan orta çağa, belki de günümüze daha yakın, zeka deyince ilk akla gelen insan olan Einsteine gideriz bilinmez. Kesin olan yine bilimle ve bilgiyle olacağız. 
Bizimle kalın bilimle kalın...

Dilerseniz yazımızı aşağıda bulunan videodan takip edebilirsiniz.
Elon musk...
Bügüne kadar onu bilimsel ve teknolojik alanda yaptığı birçok çalışmayla tanıdık, bunlar arasında uzaya Tesla car göndermek, amazonlardaki ıssız bir ormana bile İnternet erişimi sağlanması amacıyla binlerce küçük uydu gönderen starlink projesi gibi çok farklı çalışmalar da vardı aralarında.
Peki onun son bombası ne oldu? 
Elon musk gibi teknolojik üretime ve yeniliğe bu kadar önem veren bir insan için robotik dünyasına girmek kaçınılmaz olsa gerek. Ve evet bu durum gerçekleşti. Karşınızda musk'ın son girişimi Teslabot.. ( burda kısacık bi müzik yada intro gibi birşey kullanabilirsin sana bırakıyorum)
Robotlar demişken, sizce robotların tarihçesi ne zaman başlamış olabilir? 19.yy, 17.yy belkide 15. Yy
Robotların tarihçesi bunlardan çok önceye eski Yunan ve Mısır medeniyetlerine kadar dayanmaktadır,
Günümüzde ki anlamda bir robotun kökenine baktığımızda ise 12.yy'a yani bu alanda öncü olan ve sibernetiğin temel taşlarını koyan El-cezeriye kadar uzanmaktadır. Kendisi kitabında eğlence amaçlı ürettiği otomatlar, suyu yukarı çıkarma amaçlı araçlar, kilit ve fıskiye sistemleri gibi yaklaşık 50 araca bu kitapta yer vermiştir.
Öyle ki ülkemizin milli uçan aracına da kendisinin ismi verilmiştir.
Ayrıca çoğu insanın bir ressam olarak tanıdığı Leonardo da vinci de " hareket eden mekanik aslan gibi" bazı robotik üzerine çalışmalarda bulunmuştur. 
Ve hepimizin icatlarıyla tanıdığı Nicola Tesla da bu alanda çalışmalar yapmıştır.
İşte bu kadar köklü bir geçmişi barındıran ve birçok önemli medeniyet ve bilginin kişisel girişimleriyle gelişen, büyüyen robotlar dünyasında son olarak Elon musk'ın Teslabot'unu görüyoruz.
Peki nedir bu Teslabot, diğer robotlardan ne farkları var, bu alana nasıl yenilikler getirecek gelin hep birlikte bakalım..
Elon musk aslında robotik sektörüne çoktan giriş yaptığını düşünüyor, eğer bununla alakalı birşey duymadım diye düşünüyorsanız gelin elon musk'ın şu sözünü dinleyelim. "Temel olarak, şu anda arabalarla ne yaptığımızı düşünürseniz, Tesla tartışmasız dünyanın en büyük robotik şirketidir çünkü arabalarımız tekerlekli yarı duyarlı robotlar gibidir."
Woww, bu biraz iddialı oldu gibi ne dersiniz 😀
Teslabot 1.72 cm boyunda ve 56 kg ağırlığında,
5 parmaktan oluşan 2 eli ve 2 bacağıyla insansı bir görünüme sahip olacak, yüz kısmında bilgi ekranına sahip ve bu ekran vasıtasıyla temel komutlar yönetilebilecek. Ayrıca Teslabot 68 kg 'a kadar yük kaldırma kapasitesine sahip olacak ve saatte 8 km' den fazla hızla koşabilecek. Robotun tanıtım etkinliğinde konuşan elon musk " robotun dostça olması ve insanlar için inşa edilmiş bir dünyada gezinmesi amaçlanıyor" şeklinde ifadelerde bulundu. İlk prototipin ise gelecek yıl çıkmasının planlandığı söylendi.
Teslabot üzerinde düşündüğümüzde ve elon musk'ın açıklamalarına baktığımız da aslında diğer musk projeleriyle oldukça ilintili duruyor.
Örneğin elon musk'ın marsta yaşam hayali kuran bir insan olduğu herkezce bilinen bir gerçek. 
Peki sizce marsta kurulacak bu koloni de Teslabot'lar harika işlevlere sahip olmazmı, evet bizde öyle düşündük 😀
Tıpkı teslanın cybertruck aracını ilk kez gören herkesin onu bir uzay rover'ına benzetmesi gibi aslında temelde tüm projelerin birbiriyle ilintili yapboz parçalarını andırıyor bu yüzden musk 'ın diğer projelerine bakmakta fayda olacak.

Starlink projesi : videomuzun başında da bahsettiğimiz bu proje için şimdiye kadar yaklaşık 1700 uydu gökyüzüne fırlatıldı Starlink projesi için ilk roket 2018 yılında kaldırıldı. O tarihten beri gökyüzüne 1700'den fazla internet uydusu bırakıldı. Bu uydular aracılığıyla gerçekleşen İnternet erişimiyle şimdiye kadar yaklaşık 70.000 insanın starlink İnternetini kullanmaya başladığı söyleniyor.

Tesla otomobilleri: Tesla şirketi temelde elektrikli araç ve elektrikli araç motor parçaları tasarlayan, üreten ve satan bir oluşumdur, ve tabi elon musk'ın söylediklerini hatırlarsak o bu araçları gelişmiş robotlar olarak görüyor. Elektrikli ve otonom araçlar olarak da bu alanda oldukça yenilikçi fikirlere sahip.

Solar city: bu oluşumda elon musk ve kuzenleri tarafından yine Tesla gibi küresel ısınmayı azaltmak ve daha çevreci fikirleriyle dünyamızı daha yaşanabilir hale getirmeyi planlayan güneş enerjisi sistemleri ürettiğini söyleyebiliriz.

Hyperloop: hiperdöngü anlamına gelen bu projeyle birlikte vakumlu tüpler aracılığıyla zemine dokunmadan, mıknatıslar üzerinde havada seyahat eden ve saatte 1000 km sürate ulaşması hedeflenen manyetik bir tren fikridir. Tabiki çoğu modern ulaşım aracı gibi kullanıcılarına daha hızlı seyahat imkanı sunarak zamandan tasarruf sağlamayı amaçlamaktadır. 

Neuralink: musk'ın 2016 yılında kurduğu ve yapay zeka üzerine çalışmalar yapan nöroteknoloji şirketidir. (bununla alakalı bulduğum bilgileri yeterli bulmadım sen ekleme yapabilirsin). 

Bu videomuz da elon musk'ın Teslabot'undan yola çıkarak robotların tarihçesine baktık. Ve bu projenin aslında diğer projelerle bağlantılı olduğunu düşündük ve diğer musk projelerine göz gezdirdik. 
Görüldüğü üzere tarih akmaya devam ettikçe teknolojik ve bilimsel gelişmeler de devam edecek. Bu bazen devletler bazense elon musk gibi özel girişimciler tarafından gerçekleşecek. Videomuzun merkezinde yer alan ve insanlar için her daim ilgi çekici bir konu olarak kalacak gibi görünen robotik dünyası da bu gelişimlerden payını alacağa benziyor. Umarız robotlar ve diğer tüm teknolojik gelişmeler insanlar için kolaylık ve faydalık getirerek bunu yaparken her zaman çevreye ve doğamıza karşı da saygılı olarak kalır. 

Bizimle kalın bilimle kalın..



Madde… İlk Defa İlkokulda Tanıştık Onunla. Katı, Sıvı ve Gaz şeklinde 3 halinin olduğunu söylediler. Fakat Liseye gelince fark edildi ki aslında 3 hali değil 6 halinin olabileceği açık artık

Yeni özelliklere ve teorilere göre Katı, Sıvı , Gaz , Plazma, Bose Einstein Yoğunlaşması ve Nötron Dejeneje Maddesi şeklindedir. İsterseniz Son ikisine başka bir videoda değiniriz. Neyse biz konumuza dönelim.

Bugünkü konumuz  Antimadde, bilim kurgu eserlerinin vazgeçilmezlerinden birisidir. Örneğin Melekler ve Şeytanlar isimli kitap ve sonradan gelen film uyarlamasında Profesör Langdon, Vatikan'ı bir antimadde bombasından kurtarmaya çalışmaktadır. Star Trek’in yıldız gemisi Atılgan, ışıktan daha hızlı yolculuk için antimadde kullanmaktadır.

Ancak antimadde, sadece bilimkurgu ürünü değildir; gerçektir! Antimadde, normal atom altı parçacıkların zıttı özelliklere sahip atom altı parçacıkları ifade eder; yani antimadde, normal maddenin zıttıdır.

 

İşte Genel Hatlarıyla Maddenin Ters İkizi…

 

(İntro)

(Telegram Bilgilendirmesi)

 

 Paul Dirac denklemiyle ortaya çıkarılmış ve daha sonraki gözlemlerle de varlığı doğrulanmıştır. Antimadde en basit haliyle normal maddenin  zıttıdır. Daha da özelleştirecek olursak, antimaddenin atomaltı parçacıkları, normal maddeye göre zıt özellikler taşımaktadır. Bu atomaltı parçacıkların elektrik yükleri, normal maddenin atomaltı parçacıklarının tam tersidir. Antimadde, Büyük Patlamadan sonra normal maddeyle birlikte oluşmuştur; fakat sebebinin ne olduğunu bilim insanları tam anlamıyla bilemeseler de, evrende oldukça nadir bulunmaktadır.

Büyük Patlamadan sonra antimadde-madde etkileşimi neden bizi yok etmedi ?

Kuramsal olarak, büyük patlama eşit miktarda madde ve antimadde yaratmıştır. Madde ile antimadde karşılaştığında yok olurlar ve geride enerjiden başka şey kalmaz. Dolayısıyla ilkesel olarak, hiçbirimiz varolmamalıydık.

Ama buradayız. Fizikçilerin şu ana dek söyleyebildiği kadarıyla da bunun nedeni, sonuçta milyarlarca madde-antimadde çiftinden birinde fazladan bir madde olması düşüncesindedirler. 

Şimdi gelin Antimaddenin tarihine bir bakalım…

20. yüzyılın başlarında iki önemli teori olan Kuantum Mekaniği ve görelilik kuramı fiziği temellerinden sarsıyordu. 1905 yılında Albert Einstein'ın meydana çıkardığı özel görelilik kuramı uzay-zaman ve kütle-enerji arasındaki ilişkiyi açıklıyordu. Bu sırada yapılan deneyler ışığın bazen dalga, bazen de küçük parçacık akımları halinde davrandığını gösteriyordu. Max Planck 'ın önerdiği teoriye göre ışık dalgaları "kuanta" adı verilen küçük paketçikler halinde yayılıyordu, bu ışığın hem dalga hem parçacık halinde yayılması anlamına geliyordu.

1920'lerde fizikçiler atom ve bileşenlerine aynı kavramı uygulamaya çalışıyorlardı. 1920'lerin sonunda Erwin Schrödinger ve Werner Heisenberg yeni kuantum teorisini keşfettiler. Bundaki tek sorun teorinin görecelik teorisine uygulanabilir olmayışı yani sadece yavaş hızlardaki parçacıklar için geçerli olup ışık hızına yakın hareket edenler için sonuç vermemesiydi.

1928'de Paul Dirac problemi çözdü. Elektron davranışını tanımlamak için özel göreliliği ve kuantum teorisini bir araya getiren bir denklem yazdı. Dirac'in denklemi, ona 1933 Nobel Fizik Ödülünü getirdi, aynı zamanda başka bir problem yarattı: x2=4 denkleminin iki çözümü olduğu gibi Dirac denkleminin de biri pozitif enerjili diğeri negatif enerjili elektronlar için olmak üzere iki çözümü vardı. Fakat klasik fiziğe göre bir parçacığın enerjisi daima pozitif bir sayı olmalıydı.

Dirac bunun, her parçacığın kendisiyle tıpatıp aynı ama yükü zıt olan bir karşıt parçacığı olacağı anlamına geleceğini açıkladı. Örneğin elektron için her yönüyle aynı ama pozitif yük içeren bir karşıt elektron olmalıydı. Nobel konferansında karşıt maddeden oluşan tamamen yeni bir evrenin varlığını kurgulamıştı.

 

Şimdi. Kanıtlara tekrar gelirsek. Antimadde büyük patlamada kaybolup gitti mi? Hayır. Madde ve antimadde ilk başta ortaya çıkan bir enerjinin sonucuydu. Ve enerji söz konusu olduğunda madde ve antimadde her zaman oluşabilir. Ve bu noktada kim giriyor devreye? Elbette Albert Einstein ve ünlü formülü E=mc2’nin Farkı. Bu denklem söylediği şey Enerji eşittir kütle.. Yani enerjiyi maddeye dönüştürebiliriz. Bu durumda ortaya bir madde ve bir de antimadde çıkıyor. Fakat bu denkleme göre maddeyi de enerjiye dönüştürebiliyoruz. Bunu nasıl yapıyoruz peki? Evet. Antimadde ile maddeyi birleştirerek. Birbirlerini yok ettiklerinde ortaya enerji çıkıyor. İşte burada işler çılgınlaşıyor. Işık hızının karesi devreye giriyor. Bu şu anlama geliyor. Çok küçük bir maddeyi enerjiye dönüştürdüğünüzde ortaya inanılmaz bir enerji çıkıyor. Bir videomda da verdiğim örnekte olduğu gibi tek bir atacı oluşturan atomları antiatomlarla bir araya getirdiğinizde bir atom bombasına eşdeğer bir güç ortaya çıkıyor.

Bu dev enerji potansiyeli ise bilimsel bir gerçek olmasına rağmen bilim kurgunun da konusu olmuştur haliyle. Melekler ve Şeytanlar isimli kitapta hatırlayın Vatikan’ı bir antimadde bombasından kurtarmaya çalışıyorlardı.

Antimadde dediğimiz gibi madde ile birlikte varolup anında birbirini yok eden bir oluşum, çok kısa sürelerle var olduğu için de yakalanması ve saklanması çok zor.

Aslında antimadde her an, çok yakınımızda! Az miktarda antimadde, kozmik ışınlar ve uzaydan gelen enerjisel parçacıklar şeklinde Dünya üzerine sürekli olarak yağmur gibi yağar. Dünya'ya ulaşan bu antimadde parçacıkları metrekare başına 1-100 antimadde parçacığı düzeyinde olabilir. Bilim insanları, antimaddenin fırtınaların üzerinde de oluşabildiğini göstermişlerdir. Yani antimaddeyi bulmak için fazla uzağa bakmamıza gerek yoktur.

Bunun yanında muz, evet bildiğiniz muz da antimadde üretir.  Muzda çok küçük miktarda potasyum-40 bulunur ve bu bozunurken 75 dakikada bir bir pozitron çıkarır. Biz de öyle. İnsan bedeninde de potasyum-40 mevcuttur ve biz de antimadde üretiyoruz. Ama dediğim gibi madde ile etkileşime girdiği anda yok olduğu için fark etmiyoruz.

Bununla birlikte bahsettiğimiz devasa enerjiyi elde edebilmek elbette tüm insanlığa seviye atlatabilecek bir olay. Bu nedenle farklı laboratuvarlarda antimadde yakalanmaya çalışılıyor. Fakat bugüne kadar Fermilab, CERN ve Almanya’daki DESY gibi merkezlerde toplamda 18 nanogram, yani bir gramın milyarda 18’i kadar üretilebildi. Bu da ancak evinizdeki ampulleri yakabilecek bir enerji demek.

Bir de nötrinolar söz konusu. Garip parçacıklar. Bu parçacıkların anti-maddesi henüz keşfedilmedi. Yani teoriye göre nötrinoların antimaddeleri de kendileri. Çünkü yükleri yok bu parçacıkların. Büyük patlamadan sonra ortaya çıkan madde-antimadde asimetrisine de bu parçacıkların neden olduğu düşünülüyor.

Fakat gördüğünüz üzere işimiz çok zor. İnanılmaz bir güç, görünmeyen bir güç söz konusu. Bunu yakalamaya çalışıyoruz ama olmuyor. Ne yaparsak yapalım olmuyor. Fakat bunun bir yolu bulunduğunda. Antimadde üretip, saklayıp kullanabilecek seviyelere gelirsek olabilecekleri tahmin edebiliyor musunuz?

Madde – Antimadde çarpışmaları, sahip olabileceğimiz en yoğun ve en saf enerjiyi üretmektedir. Gelecekte bir gün uzay gemilerinde roket olarak kullanılabilir. Enerji santralleri ile şehirlerimizi ve kolonilerimizi aydınlatabilir,. Ancak böyle şeyler için ihtiyaç duyacağımız antimadde miktarını üretmekten henüz çok uzağız.

İnsanoğlunun bugüne kadar ürettiği antimadde, şu anda sadece bir ampulü bir saniyeliğine aydınlatmaya yetecek miktardadır. Yeterli miktarda antimaddeyi üretmenin pratik bir yöntemini bulursak; parçacık fiziğinden, yıldızlar arası görevlere kadar bir alanda yeni imkanlar sunabilir bize. Ancak ne yazık ki bugün ve yakın gelecekte böyle imkanların sadece hayalini kurmak durumundayız.

Antimadde üretebilmenin yolunu bulduk diyelim. Peki biz antimaddeyi incelemek istediğimizde nasıl saklayacağız? Antimaddeyi inceleyebilmek için bir kısmını saklayabilmenin de yolunu bulmalıyız. Çünkü biliyoruz ki antimadde madde ile birleştiğinde hızlı şekilde enerjiye dönüşmektedir. Bilim insanları; proton, elektron ve antiproton gibi yüklü parçacıkları Penning kapanı adı verilen cihazların içinde tutabilmektedirler.

Parçacıkların manyetik ve elektrik alanlarının sayesinde kapanın duvarlarına çarpması engellenmektedir. Fakat Penning kapanı, yüksüz olan nötr parçacıklar üzerinde çalışmamaktadır, bu sebeple elektrik alanlarının içinde tutulamamaktadırlar. Bunun yerine Loffe kapanı adı verilen sistem ile tüm yönlerde artan bir manyetik alan meydana getirecek şekilde parçacıklar manyetik alanın en zayıf olduğu yerde tutulabilmektedir. Çok ilginç bir keşif, Dünya’ya yağan antiprotonların bir kısmının, Dünya’nın manyetik alanı tarafından antimadde kapanı şeklinde yakalanabildiği Dünya etrafındaki Van Allen radyasyon kuşaklarında keşfedilmiştir.

 

 

 

Ayrıca Bilim insanları antimaddeyi daha fazla üretebilmeye ve tüm özelliklerini keşfetmeye çalışa dursunlar, tıp alanında özellikle vücudun ve iç organlarımızın yüksek çözünürlüklü resimlerini alabilmek için antimadde çoktandır kullanılmaktadır. Pozitron emisyon tomografisi (PET) adı verilen yöntem ile belli hastalıkların tanısı yapılabilmektedir.

 

Antimaddenin en iyi özelliği maddenin ters ikizi olarak KEŞFEDİLMEK İSTEMEMESİDİR. Maddenin aksine inatçı, utangaç ve gizemlidir aynı zamanda Galaksileri yok edebilecek güce sahiptir.

Ama unuttuğumuz bir şey var:  Büyük Patlamanın kaçak antimaddesi hala ortalıkta. Umalım ki kendine denk miktarda madde bulmasın !!!

 

İleriki videolarda görüşmek üzere…

 

 

 

 

 

 

 


İsterseniz yazımızı aşağıda bulunan videodan takip edebilirsiniz.

Gelecekte sevdiğimiz insanla beraber olup olmadığımızı, bulunduğumuz ülkenin ekonomik durumunu , istediğimiz işi evi arabayı alıp alamadığımızı ya da geçmişteki hatalarımızı düzeltmeyi arzularız değil mi? Evet bunu duyunca hepimizin aklında zaman makinesi canlandı. Peki bunun bir makine değil de köprü olduğunu düşünürsek..
"Köprü deyince aklınıza ne geliyor?, fatih Sultan Mehmet köprüsü, erasmus köprüsü, mostar köprüsü.. Yada çoğu uzay severin heyecanla izlediği yıldızlararası filminde gördüğümüz bir köprü evet Einstein ın  rosen köprüsünden bahsediyorum.
Bu köprü dünyamızdakiler gibi ortasında su olan iki karayı değil, bükülmüş uzayda iki farklı noktayı birbirine bağlıyor, kulağa ilginç geliyor değilmi, ve bir o kadar da karmaşık, oysaki bahsini ettiğimiz konu Yıldızlarası filminde basit bir kağıt parçasıyla anlatılmışdır. Bu durum karmaşık bir konuyu izleyiciye basitleştirmesi adına güzel bir durum elbette, fakat konunun ne yazikki gerçekte bu kadar basit olmadığını da söylemeliyiz, her şeyden önce bir teoriden bahsediyoruz, varlığını henüz kanıtlayamadığımız fakat bilimsel bazı kanunlardan sağlamasını yapabildiğimiz bir konu bu. Peki bu kadar teorik bir konu neden bu kadar popüler oldu?  öyleki elimize rastgele 3 bilim dergisi alsak, birinin içerisinden solucan delikleri çıkma ihtimali çok yüksek, bu yüksek bir oran, sinema sektöründe kullanılması da cabası.. Sorumuzun cevabı aslında solucan deliklerinin ilintili olduğu bir başka konu olan genel görelilik teorisinde gizli.. Evet yine  Einsteine geldik, bilimin içerisinde bu kadar ilgi gören bir konudan, bilimin yapıtaşı olan isimlerden Einstein'ın çıkması da gayet doğal olsa gerek. Genel görelilik konusuna bakarsak fizik hakkında bildiğimiz genel geçer birçok ifadeyi değiştirdi bu teori. Ayrıca bizlere bazı yeni gizemler armağan etti. Birisi ilk örneğini  yaklaşık olarak 50 yıl önce keşfettiğimiz kara deliklerken diğeri henüz varlığını kanıtlayamadığımız ve konumuzun temeli olan solucan delikleri.. 
Gelelim bu teori nedir ve nasıl çıkmıştır
Solucan delikleri genel görelilik tarafından tahmin edilir. Avusturyalı fizikçi Ludwing Flam einstein ın genel görelilik teorisini incelerken bir kara deliğin tersine çevrilmesi olan  beyaz deliği keşfetti. Hem kara hem de beyaz deliklerin girişleri bir uzay-zaman kanalıyla bağlanabileceğini öne sürdü. Bunun üzerine  einstein ve fizikçi Nathan Rosen , uzay-zamanda "köprülerin" varlığını öne sürerek, fikri detaylandırmak için genel görelilik teorisini kullandılar. bakınız sıradan bir köprüden bahsetmiyorum . beyaz ve kara deliklerin girişlerini uzay zaman aracılığıyla bağlayan rosen köprüsünden bahsediyorum.Bu köprüler uzay-zamanda iki farklı noktayı birbirine bağlayarak evrende uzun yolculuklar için kısa yollar yaratabileceğini varsayar. Solucan delikleri, ikisini birbirine bağlayan bir boğaz ile iki ağız içerir. Ağızlar büyük olasılıkla küresel olacaktır. Boğazı düz bir uzantı olabilir. Ancak dikkatli olun: solucan delikleri, ani çöküş, yüksek radyasyon ve egzotik madde ile tehlikeli temas tehlikelerini beraberinde getirir.
Peki ya evrende tespit edilmiş solucan delikleri var mıdır ?
Einstein'ın genel görelilik kuramı, matematiksel olarak solucan deliklerinin varlığını öngörür, ancak bugüne kadar hiçbiri keşfedilmemiştir. Negatif kütleli bir solucan deliği, yerçekiminin, geçen ışığı etkileme biçiminden tespit edilebilir.
Genel göreliliğin belirli çözümleri, her birinin ağzının, bir karadelik  olduğu solucan deliklerinin varlığına izin verir. Fakat bazı sorunlarımız var
İlk sorunumuz boyuttur. solucan deliklerinin mikroskobik seviyelerde, yaklaşık 10 ÜZERİ -33 santimetrede var olduğu tahmin edilmektedir . Bununla birlikte, evren genişledikçe, bazılarının daha büyük boyutlara esnetilmiş olması mümkündür.
Bir diğer sorun da istikrardan kaynaklanıyor. Tahmin edilen Einstein-Rosen solucan delikleri, hızla çöktüğü için seyahat için işe yaramaz. Köprüyü geçmek, köprüyü bulmaktan daha zor olacağa benziyor.   
Stephen Hsu"Bir solucan deliğini stabilize etmek için çok egzotik türde bir maddeye ihtiyacınız olacak ve evrende böyle bir maddenin var olup olmadığı açık değil" dedi. Ancak daha yeni araştırmalar, "egzotik" madde içeren bir solucan deliğinin daha uzun süre açık ve değişmeden kalabileceğini buldu.
Karanlık madde veya anti madde ile karıştırılmaması gereken egzotik madde, negatif enerji yoğunluğu ve büyük bir negatif basınç içerir. Böyle bir madde, yalnızca kuantum alan teorisinin bir parçası olarak belirli boşluk durumlarının davranışında görülmüştür. Bir solucan deliği, ister doğal olarak oluşan ister yapay olarak eklenmiş olsun, yeterli egzotik madde içeriyorsa, teorik olarak uzayda bilgi veya yolcu gönderme yöntemi olarak kullanılabilir . Ne yazık ki, uzay tünellerinde insan yolculukları zor olabilir. Solucan delikleri sadece evrendeki iki ayrı bölgeyi birbirine bağlamakla kalmaz, aynı zamanda iki farklı evreni de birbirine bağlayabilir. Benzer şekilde, bazı bilim adamları, bir solucan deliğinin bir ağzı belirli bir şekilde hareket ettirilirse, zaman yolculuğuna  izin verebileceğini varsaydılar . Astrofizikçi Eric Davis  “Geçilebilir solucan delikleri kullanarak geleceğe veya geçmişe gidebilirsiniz”dedi . Ancak bu kolay olmayacak: "Bir solucan deliğini zaman makinesine dönüştürmek için Herkül'ün çabası gerekir. Bir solucan deliğini çıkarmak yeterince zor olacak."
 İngiliz kozmolog stephen hawking , böyle bir kullanımın mümkün olmadığını savundu.
NASA'dan Eric Christian, "Solucan deliği gerçekten zamanda geriye gitmenin bir yolu değil, kestirme bir yoldur, böylece uzaktaki bir şey çok daha yakındır" şeklinde açıklama yaptı.
Evet onların henüz varlıklarını kanıtlayamadık fakat nasıl bulacağımız üzerine bazı fikirlerimiz yok değil. Rus gökbilimciler, solucan deliklerinin çok parlak bazı gökadaların merkezinde var olabileceklerini öne sürüyorlar ve onları bulmak için bazı gözlemler önerdiler. Galaksilerin merkezinde solucan deliği arama fikri çok da garip değil aslında. 2020 Nobel fizik ödülü Samanyolu Galaksisi'nin merkezindeki aşırı ağırlıktaki kütle çekim merkezinin yıldızların yörüngelerini etkileyen bir kara delik olduğunun keşfine götüren çalışmaları üzerine "Ghez, Penrose, Genzel" isimli 3 bilim insanına verilmişti, Ancak yakın tarihli bir makale, bu yerçekiminin karadelik yerine bir solucan deliğinden kaynaklanabileceğini öne sürdü, fakat bu teoriyi kanıtlamak için daha fazla çalışmamız gerekiyor. Unutmamalıyız ki bilim konusu herşeyden önce bir bayrak yarışıdır, bayrağı alanlar koşmaya devam eder, ta ki hedefe ulaşana kadar, örneğin 18.yy da ortaya çıkan karadelik kavramı o zamanlar fantastik bir kavramken yaklaşık 2 yüzyıl sonra Einstein'ın çalışmaları sonucu ortaya çıkan genel görelilik teorisiyle başka bir silüete büründü ve varlığı üzerine daha inançlı şekilde yaklaşılmasına sebep oldu. Yani sloganımız ne o zaman, "yeni Einsteinlara ihtiyacımız var! " Olabilir mi, aslında hayır sadece biraz zaman ve çalışma desek daha doğru olur ve elbette bayrak yarışında bayrağı alan kişi de görevini layıkıyla yerine getirmeli ki Einstein rosen köprüsü ve daha bir çok konuyu günyüzüne çıkarıp bilim  severler olarak yeni sulara yeni bilim okyanuslarına doğru yol alalım...
İleriki videolarda görüşmek üzere




İsterseniz yukarıdaki video ile isterseniz aşağıdaki yazı ile konuyu takip edebilirsiniz.



Bir oluşumun ayakta kalması ve yaşamını devam ettirmesi  maddesel yapısının dayanıklılığına bağlıdır. Biraz genelleme gibi olsa da aslında bu her zaman geçerli değildir. Bizim konumuz karanlık madde olduğu için bugün bu konu üzerinden ilerleyeceğiz. Bu teoriyi hemen hemen çökerttiğimizi de fark edebileceksiniz. O zaman vakit kaybetmeden  galaksilerin gizli harcını, yapı malzemesini, görünmez çimentosunu daha iyi ve daha objektif bir şekilde kafamızda şekillendirelim. 
Videoya başlamadan önce Belirli günlerde oylama ile konu belirleyip tartıştığımız telegram grubumuza gelmek için Açıklamalardaki linke tıklayabilirsiniz
Karanlık madde olgusunu kafamızda şekillendirmek için öncelikle madde nedir ? Sorusuna cevap verebilmeliyiz.
En basit tanımıyla madde;
Uzayda yer kaplayan, hacmi ve kütlesi olan ve nicel bir ölçümle algılabildiğimiz canlı  veya cansız oluşumların tümü şeklindedir.
Karanlık Madde olgusunun en basit tanımı ise:
Astrofizikte , elektromanyetik dalgalarla  etkileşime girmeyen, varlığı yalnız diğer maddeler üzerindeki kütleçekimsel etkisi ile belirlenebilen maddelere denir.  
Karanlık maddelerin varlığını belirlemek için gök adaların döngüsel hızlarından, gök adaların diğer gök adalar içerisindeki yörüngesel hızlarından, geri planda yer alan maddelere uyguladığı kütleçekimsel mercekleme özelliğinden ve gök adaların içerisindeki sıcak gazların sıcaklık dağılımından yararlanılır. 
Evrendeki kütleçekimsel enerjinin incelenmesi sonucu, varsayılan toplam enerji yoğunluğunun sadece %4'ünün doğrudan gözlemlenebilir maddelerden oluştuğu gözlemlenmiştir. Yine bu toplamın %22'sinin karanlık maddeden oluştuğu hesaplanmaktadır. Kalan %74'ünün ise evrene dengeli bir şekilde yayılmış olan karanlık enerjiden oluştuğu kabul edilir.
Evrenin yaklaşık %80'lik bölümü bilim insanlarının doğrudan gözlemleyemedikleri Karanlık maddeden oluşmaktadır.
Karanlık madde olarak bilinen bu tuhaf madde, enerji veya ışık yaymaz.
1920'li yıllardan itibaren gök bilimciler evrenin gözle görülebilenden daha fazla madde içerdiği varsayımında bulundular. Elimizde karanlık madde hakkında tespit edilmiş somut bir kanıt bulunmamasına rağmen her geçen gün güçlü olasılıklar gün yüzüne çıkmaktadır. Neredeyse sadece karanlık maddeden oluşmuş Dragonfly 44 adlı galaksiyi tespit eden ekibin başındaki Yale Üniversitesi araştırmacısı Pieter Van Dokkum şöyle söylüyor: 
Yıldızlar, maddenin hangi formda olduğuyla ilgilenmezler ancak hareketleriyle sizlere o maddenin orada var olduğunu ve o konumda ne kadar madde bulunduğunu söylerler.
Ayrıca Normal maddenin yerçekimi, yıldızları toplayarak galaksiler halinde bir araya getirecek kadar güçlü değil. Kısacası evrende karanlık maddenin etkisi olmasaydı yıldızlar dört bir yana savrulacak ve milyarlarca yıldız içeren galaksiler asla oluşmayacaktı.
Bu yüzden galaksilerin karanlık maddeyle kuşatıldığını biliyoruz
 Örneğin, Samanyolu diskindeki yıldızlar, galaksimizi oluşturan normal maddenin kütlesine göre 5 kat hızlı dönüyor. Bu da Samanyolu’nun normal maddeden 5 kat fazla görünmez karanlık madde içerdiğini gösteriyor. Görünmez derken, karanlık maddenin ışık saçmadığını ve ışığı yansıtmadığını kastediyoruz.
Peki, bu karanlık madde serüveni nasıl başladı ?
Karanlık madde fikri 1933 yılında İsviçreli gökbilimci Fritz Zwayk'ın yaptığı bir gözlem sonucunda ortaya çıkmaya başlıyor. Evrende gökadalar, çekimsel etkileşimle bir arada durarak gökada kümelerini oluşturur ve bu gökada kümeleri de bir araya gelerek daha büyük süper kümeleri oluşturur. Zwayk Coma gökada kümesi içerisindeki gökadaların devinimlerini inceliyor. İncelemesi sonucunda gökadaların oldukça hızlı hareket ettiğini görüyor. Bildiğimiz üzere, eğer çok hızlı bir şekilde dolanma hareketi yaparsanız, hissedeceğiniz merkezkaç etkisi de o kadar fazla olur. Öyle ki, bu etki sebebiyle dışarıya doğru savrularak sistemi terk edebilirsiniz. Dolayısıyla ilk akla gelen, gözlemini yaptığı gökadaların, bir şekilde oradan geçiyor olduğu ya da birbirleriyle etkileşmeleri sebebiyle dışarıya doğru fırlatıldıkları olabilir. Fakat Zwayk bu durumu inceliyor ve bu gökadaların rastgele hareket etmediğini, küme içerisinde belirli bir yörünge hareketi yaptıklarını buluyor. Yani küme ne dağılıyor ne de çöküyor. Buraya kadar olanlar, yalnızca hafiften sıradışı gibi görünüyor.
Gökadanın yaptığı ışıtmadan, yani parlaklığından o gökadanın aşağı-yukarı kütlesini tahmin etmek mümkündür. Çünkü gökadayı aydınlatan mekanizmaları biliyoruz; bunların en başında yıldızlar geliyor. Bu bir tahmin olduğundan, elbette belirli bir hata aralığına sahip; fakat yine de aşırı uçuk sonuçlar olması beklenmeyen bir şeydir. Gökadanın ışıtması yıldızlardan ve oradaki gaz ve tozdan geliyorsa, ışıtmayı ölçerek yıldız sayısını aşağı yukarı tahmin edebiliriz. Bunu yaptıktan sonra Zwayk, ikinci bir yöntem olarak, küme üzerinde Virial Kuramı'nı kullanarak kümenin toplam kütlesini hesaplıyor. Çünkü eğer sistem dengedeyse, ne çöküyor ne de dağılıyorsa, merkezkaç ile kütleçekim dengede olmalıdır. Zwayk, yaptığı hesap sonucunda gökada kümesinin kütlesini beklenen değerden 400 kat fazla ölçüyor. Bu durum, tahminen ölçtüğünüz değerdeki yıldız sayısını artırarak açıklanacak bir değer değildir. Dolayısıyla bu duruma başka bir açıklama getirmek gerekiyor. Bu noktada ilk akla gelen, orada gözlemi yapılamayan (karanlık) bir madde olduğu. Çünkü kütle tahminimiz, ışıma yapan cisimler üzerinden yürüyor; dolayısıyla bu madde ışıma yapmıyor olmalı.
Benzeri bir gözlem sonucunu da 1936 yılında Sinclair Smith, Virgo kümesinde üzerinde inceleme yaparak  buluyor. Kümedeki elemanların hız dağılımlarını incelediğinde, orada ışıma yapan maddeden çok daha fazla miktarda madde olması gerektiği ön görülüyor. Fakat bu madde miktarı, bildiğimiz gök cisimleri (gezegenler, soğuk yıldızlar, karadelikler vb.) ile açıklanamıyor, çünkü miktar çok çok fazla. İki farklı küme üzerinde aynı sonuçların çıkmış olması, orada ışıma yapmayan (karanlık) bir madde fikrini desteklemeye başlıyor. Çünkü tek bir küme üzerinde yapılan gözlem, belki de istisnai bir durumdu, belki de Zwaykın yaptığı bir hata vardı. Fakat Smith'in de aynı sonuçları bulması, bu fikri güçlendirmeye başlamıştır. 
Zwicky ve Smith'in yaptığı, küme elemanlarının hareketi gözleminden sonra, Horace Babcock 1939 yılında Andromeda Gökadası'nın dönme eğrisi üzerinde ilginç bir durum fark ediyor. Dönme eğrisi kabaca, gökadanın merkezden dışarıya doğru olan hız dağılımını ifade eder. Mevcut fizik bilgimizle, sarmal bir gökada olan Andromeda'nın dönme eğrisini teorik olarak tahmin edebiliyoruz . Burada tahmin diyoruz, fakat bu tahminlerin hata aralıkları da olaya dahil ediliyor; yani tahminden öte  olması beklenen bir gerçeklik diyebiliriz. Sadece doğrudan ölçemediğimiz için tahmin diyoruz. Babcock görüyor ki Andromeda'nın dış bölgeleri oldukça hızlı dönüyor. Andromeda dağılıp parçalanmadığına göre, dış bölgelerin bu kadar hızlı dönerek gökadanın tek bir parça olarak kalması durumu, ancak orada onu tutan fazladan kütleçekim varsa mümkündür. Bu da orada, görülemeyen karanlık bir maddenin olabileceği fikrini destekliyor.
Aynı metotla yapılan iki farklı ölçüm, bir fikre işaret ediyordu. Şimdi ise, tamamen alternatif bir metot da aynı fikri destekliyor görünüyor. Bu durum hatalardan arındığımızı ve gerçekten orada bir şey olma ihtimalinin çok fazla olduğunu işaret ediyor. Aslında günümüzdeki daha iyi ölçümler sayesinde biliyoruz ki Zwicky'nin bulduğu 400 kat değeri, Hubble'ın 1929 yılında evrenin genişlediğini gösterdiği hatalı miktarı kullandığı için biraz fazla. Fakat yine de günümüzdeki (artık hata neredeyse yok denecek kadar az) değeri, 50 kat fazla materyal olduğuna işaret ediyor. Yani günümüz bilgisini kullanarak, teknolojik sınırları aşarsak, gözlemler hala geçerli.
1975 yılında Morton Robert ve Robert Whitehurst, 1970 yılında Vera Rubin ve Kent Ford tarafından yapılan daha detaylı Andromeda gözlemlerini inceleyerek, Andromeda'nın dış bölgelerinde fazladan 200 kat fazla görülemeyen materyal olduğu sonucunu buluyorlar. İlginç bir şekilde Roberts ve Whitehurst, 1933 yılında Zwicky'nin ve 1936 yılında Smith'in yaptığı çalışmadan haberdar değiller gibi görünüyor
Mademki bu olguyu göremiyoruz algılayamıyoruz e o zaman nasıl var olduğunu iddia ediyoruz ?
Bilim insanları uzaydaki büyük cisimlerin kütlelerini hesaplamak için onların hareketleri üzerine çalışırlar. 1970'li yıllarda spiral galaksilerin incelemesini yapan gök bilimciler, merkeze daha yakın olan cisimlerin galaksinin dış kenarlarında olan cisimlere göre daha hızlı hareket edeceğini umuyorlardı. Halbuki, her iki konumdaki yıldızların aynı hızda hareket ettiklerini gördüler ve şu sonuca vardılar: Galaksiler görünenden çok daha fazla kütle (madde) içeriyordu
Eliptik galaksilerde bulunan gaz üzerine yapılan araştırmalar da görünür nesnelerde bulunan kütleden daha fazla kütleye ihtiyaç olduğunu göstermiştir. Eğer galaksi kümeleri, sadece geleneksel astronomik ölçümlerle gözlemlenen kadar kütle sahibi olsaydı, bir arada duramayıp dağılırlardı.
Albert Einstein evrendeki cüsseli cisimlerin bir lens gibi hareket ederek ışığın sapmasına ve kırılmasına neden olduğunu bizlere gösteriyor aslında.
Gökbilimciler ışığın galaksi kümeleri tarafından nasıl saptırıldığını inceleyerek, evrendeki karanlık maddenin bir haritasını çıkardılar. 
Tüm bu yöntemler evrendeki maddenin büyük bir kısmının henüz keşfedilmemiş bir şey olduğunu göstermektedir.
Aslında bu enerjinin varlığını Big Bang den anlayabiliriz.
Çünkü Büyük Patlama'nın ardından evren dışa doğru genişlemeye başlamıştır. Bilim insanları başta bu enerjinin tükenip yer çekiminin nesneleri kendine çekmesi gibi yavaş yavaş kendi içine çekileceğini düşünmüşlerdi. Fakat süpernovalar üzerine yapılan araştırmalar gösterdi ki evren, sanılanın aksine, geçmiştekinden daha hızlı genişlemektedir. Evrenin kütle çekiminin üstesinden gelebilmesinin tek ihtimali ondan daha büyük bir enerjiye sahip olmasıdır. Bu da karanlık enerjidir.
Aradan geçen neredeyse bir yüzyıllık süre boyunca, gelişen teknoloji ve gözlem teknikleri sayesinde bu gözlemler daha da detaylandırıldı. Günümüzde artık evrendeki karanlık madde miktarının, normal (baryonik) madde miktarına olan oranını dahi keskin bir şekilde bilebiliyoruz. Bunu ölçmemizi sağlayan metotlardan biri de, neredeyse herkesin adını bildiği kozmik mikrodalga arka alan ışınımı üzerinde yaptığımız analizlerdir. Aynı zamanda gökada kümelerinin, sahip oldukları aşırı miktardaki kütle sebebiyle uzay-zamanı bükmeleri, bir mercek etkisi yaratmaktadır. Bu sayede arka planında kalan gökadalar büyütülmüş ya da görüntüleri bozulmuş bir şekilde birkaç yerde aynı anda görünebilir (tıpkı bir bardağın bir nesnenin önüne geçtiğinde olduğu gibi). Bunun gibi çeşitli metotlarda yaptığımız gözlemler tek bir şeyi işaret ediyor: Bu durumu elimizdeki fizik yasalarıyla uyumlu bir şekilde açıklamak için, açık bir şekilde orada daha fazla miktarda madde olmalı.
Ya da! Açık bir şekilde genel görelilik eksik. Hatırlayın, varsayımımız merkezkaçı dengeleyen bir kütleçekimdi. Kütleçekimin daha fazla olması gerektiğini söylüyoruz; bunu yapmanın pratikte iki yolu vardır: ya daha fazla madde eklersiniz ya da kütleçekim fonksiyonunu değiştirirsiniz. Artık Einstein sayesinde aslında kütleçekim diye bir şey olmadığını, bu durumun maddenin uzay-zamanı bozması olduğunu biliyoruz. Yani yapmamız gereken iki şey vardır; ya karanlık maddeyi bulacağız ya da Einstein'ın genel görelilik kuramındaki eksikliği, onu modifiye ederek gidereceğiz.
Aslında bakarsanız ikinci seçenek günümüzde yapılmış durumdadır.  Günümüzde karanlık made ve karanlık enerji ihtiyacını ortadan kaldırmak için genel görelilik üzerinde modifiye yaparak bu sorunu çözen bazı teoriler bulunmaktadır. Fakat bunların gözlemlerle desteklenmesi gerekiyor ve ne yazık ki bu gözlemlerin birçoğunu hala yapabilecek teknolojiye  sahip değiliz. Evrenbilimciler sorunu bu şekilde çözmeye çalışırken, bir yandan da parçacık fizikçileri karanlık madde parçacığı olabilecek parçacıklar arıyor. Yapılan çalışmalar, simülasyonlar olası bazı durumlar gösterse de henüz net bir şey bulunabilmiş değil. Yani özetle, bilim dünyası şu anda çorap söküğünün ucunda olabilir, yalnız o çorap bir türlü sökülemiyor.
Peki, Karanlık Maddeyi diğer oluşumlardan ayırt etmek istersek şöyle maddeler ortaya çıkacaktır:
Karanlık maddenin yıldızlardan uzak bölgelerde yer aldığı için karanlık olan ve dolayısıyla göremediğimiz normal gaz bulutları olmadığını biliyoruz; çünkü bu durumda en azından kızılötesi teleskoplar ve radyo teleskoplarla görebileceğimiz elektromanyetik dalgalar yayardı.
 Karanlık madde antimadde değil; çünkü antimadde normal maddeyle çarpışınca bu ikisi tümüyle enerjiye dönüşerek birbirini yok ediyor. Bu tür patlamalar gama ışınlarına yol açarak kendini gösteriyor.
 Karanlık madde kara delik olamaz; çünkü kara delikler her ne kadar karanlık olsa da normal maddeden oluşan yıldızların çökmesiyle ortaya çıkıyor ve bu sebeple yerçekiminden etkileniyor.
 Kara delikler içinden ışığın bile kaçamayacağı kadar güçlü yerçekimine sahip bulunuyor. Dolayısıyla normal madde gibi davranıyor ve tıpkı suyun dibine çöken ağır bir taş veya büyük kütleli yıldızlar gibi, daha çok galaksilerin merkezinde toplanıyor.
Peki Karanlık Madde kurgu olabilir mi ?
Fizikçiler yeraltında inşa ettikleri detektörlerde karanlık madde izi bulamayınca böyle bir şey olmadığını düşünmeye başladılar. Hatta astrofizikçi Erik Verlind, karanlık maddenin değil de bizzat yerçekiminin, galaksiler arasındaki uzaklığa bağlı olarak değiştiğini söyledi ve bunun için de entropik yerçekimi teorisini geliştirdi.
Ancak, nötron yıldızlarının çevresinde dönen beyaz cücelerin yörüngelerini teleskoplarla incelediğimiz zaman, yerçekiminin gerçekten de Einstein’ın dediği gibi ışık hızında gittiğini gördük. Bu da karanlık maddenin olmadığını  aslında bizim yerçekimini yanlış ölçtüğümüzü gösteriyor. çünkü yerçekimi mesafeye göre kılık değiştiriyor şeklinde özetleyebileceğimiz entropik yerçekimi teorilerinin büyük kısmını geçersiz kılmıştır.
Ne Kurgu Ne Gerçek diye düşündüren bu iddia bir hayli iAma şunu da bilmekte yarar var: Karanlık Madde ne kadar kara olursa olsun varlığının kararı o kadar ölçülü olacaktır.
İleriki videolarda görüşmek üzere






VVideoyu izleyerek veya alttaki yazıyı okuyarak takip edebilirsiniz.






Öncelikle herkese merhaba. Bu videomda yine çok ilginç konulardan biri olan paralel evren teorisinden ve paralel bir evrenden geldiğini iddia eden insanlardan bahsedeceğiz.
Hazırsanız başlayalım…
Paralel evren teorisi, alternatif evrenler, alternatif gerçeklik ya da çoklu evren teorisini birçoğunuz duymuştur elbet. Aslında bu kavramlar özünde aynıdır. Paralel evren teorisi zamandaki tüm alternatif kararların, seçimlerin ve olayların dallanıp budaklanarak farklı farklı sınırsız sayıda evreni oluşturduğunu iddia eden bir teoridir. Yani kısaca bir başka evrende sizden bir tane daha var diyebiliriz. Ve oradaki siz buradaki sizden daha farklı kararlar alıyor ve daha farklı bir hayata sahip.
Şimdi size paralel bir evrenden geldiğini iddia eden ve öyle olduğu tahmin edilen iki vakadan bahsedeceğim.
1-      LerinaGarcía:
Lerina bir sabah uyandığında o günün diğer günlerden farklı olacağını asla bilmiyordu. Her zamanki gibi işe gitmek için yatağından kalktı ve üstünü değiştirmek için dolabını açtı. Dolabındaki kıyafetler ona ait olmayan ya da aldığını hatırlamadığı kıyafetlerdi. Çok şaşırmış olmasına rağmen aldığını hatırlamadığını düşündü ve olayın üstünde durmadı. İçeri gittiğinde gördüğü kişi şu anki sevgilisi değil eski sevgilisiydi. Bunun bir yanlış anlama olduğunu anlatmaya çalışan Lerina telefonundaki fotoğrafları göstererek kanıtlamaya çalıştı fakat şu anki sevgilisi olan adamla hiç fotoğrafı yoktu ve göstermek istediği fotoğraflar hiç çekilmemişti. Eski sevgilisiyle aslında hiç ayrılmadığını anlayan Lerina hemen evden çıkıp iş yerine gitti. İş yerine gidip odasına çıktığında kendi odasının kapısında başkasının ismi yazılıydı. Lerina yanlış katta olduğunu düşünüp kontrol etmek istedi. Doğru katta olduğunu fark edince girişteki güvenliğe gidip sordu ve güvenlikten yıllardır burada çalıştığını fakat bambaşka bir departmanda çalıştığını bahsettiği makamda hiç olmadığını öğrendi.  Bu şokun etkisi ile kendini iyi hissetmediğini söyleyerek izin aldı ve hemen ailesinin yanına gitti.Lerina ailesinde hiçbir şeyin farklı olmadığını görünce rahatladı. Sohbet ederken kardeşinin birkaç hafta önce geçirmiş olduğu ameliyatı sordu fakat kardeşi öyle bir ameliyat hiç geçirmemişti. Daha fazla olayı büyütmek istemedi çünkü deli olduğunu düşüneceklerini biliyordu. Fakat Lerina kendi dünyasından tamamen farklı bir dünyaya uyandığının da farkındaydı.
 
2-      Taured’den Gelen Adam:
Tokyo’da bulunan hava alanına normal seyrinde gelen bir uçak iniş yapmış ve yolcuların pasaport kontrolleri başlamıştır. Daha sonra gayet normal görünümlü bir adam gelir ve görevliye pasaportunu uzatır. Görevli şaşkın bir şekilde bir adama bir de elinde ki pasaporta bakar. Görevli hemen güvenliğe haber verir ve güvenlik gelip adamı tutuklar.  Adamın pasaportunda Taured adında bir ülkeden geldiği yazılıdır fakat gerçekte böyle bir ülke yoktur. Adam sorguda, bir iş adamı olduğunu ve Tokyo’ya daha önce de geldiğini fakat böyle bir sorun hiç yaşamadığını anlatır. Güvenlikler adamın pasaportuna baktığında tüm imzalarla birlikte gerçekten de Tokyo’ya daha önce 3 defa daha geldiğini hatta gittiği diğer ülkeleri de görürler. Adamın dili Fransızca olsa da çok iyi bir şekilde Japonca da bilmektedir.  Adama bir harita verip geldiği Taured adındaki ülkenin yerini göstermesini isterler. Adamın gösterdiği yer ise Andora Prensliğidir. Adamın iş Japonya’da iş yaptığı adamlara sorulduğunda, böyle bir adamı tanımadıkları ve böyle bir ülke ile ortaklıkları olmadığını söylerler. Daha sonra adam bir otelde rezervasyonu olduğunu söyler ve bu otel araştırılır. Gerçekten böyle bir otel vardır fakat rezervasyon yoktur. Polis olayı araştırmak için işe koyulur ve adam polisler eşliğinde bir otele yerleştirilir. Sabah olduğunda adamı almaya gelen polis, adamı oda da bulamaz. Kapıda bulunan polisler, adamın asla dışarı çıkmadığını söylerler. Odada inceleme yapan polis, adamın izine rastlayamaz. Yatak hiç kullanılmamış, banyoya hiç girilmemiştir. Oda da balkon yoktur, bir pencere vardır fakat oradan kaçmış olması odanın 6. Katta olması ve pencerenin hiç açılmamış olması nedeni ileimkansızdır. Daha sonra polis eline geçen pasaport vs gibi delilleri ortadan kaldırır ve konu kapanır.
 
İngiliz Teorik fizikçiStephen Hawking, kara deliklerin paralel evrene açılan kapılar olabileceğini belirtmişti.  Avrupa Uzay Ajansı (ESA) çalışanı Chary ise, BigBang'den 100 bin yıl sonrasını incelediğinde parlak noktalar saptadığını, bu noktaların bizim evrenimiz ile çarpışan paralel evrenler olabileceğini iddia etmişti. Nasa da bu konuda çalışmalarını devam ettirmektedir.
Stephen Hawking gibi birçok ünlü bilim insanı paralel evrenlerin olduğunu iddia etse de bunlar birer teoriden ibarettir. ŞİMDİLİK…
Bir başka konuda görüşmek üzere hoşça kalın.







Öncelikle merhaba arkadaşlar bu videomda sizlere ikinci dünya savaşından önce yapılan bir deneyde görünmez olması hedeflenirken ışınlandığı görülen mürettebatının ise geleceğe gidip geldiği iddia edilen Philadelphia Deneyinden bahsedeceğim

Tarihin gizemli olaylarından birisi de kuşkusuz ki Philadelphia Deneyidir

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra II. Dünya Savaşı’nı öngören Amerika hükümeti, gemilerinin radarlara yakalanmamasını istiyordu ve 1930’lu yıllarda bu konuda bilim adamlarından özel bir projeyi hayata geçirmelerini istediler. Başkanlığını Nikola Tesla’nın yaptığı bir grup bilim adamı, bu amaç uğruna çalışmaya başladılar. Yaklaşık 10 yıllık bir çalışmanın sonunda proje, deneme aşamasına geldi ve deneyde Amerikan donanmasında görevli küçük bir destroyer olan USS Eldridge adlı geminin kullanılmasına karar verildi. Gemi; jeneratörler, vericiler, güç yükselticiler, modülasyon devreleri ve elektromanyetik alan oluşturmaya yarayacak araç ve gereci içeren tonlarca ekipmanla donandı. 22 Temmuz 1943’te, saatler 09.00’ı gösterdiğinde, elektromanyetik alan jeneratörleri aktifleştirildi ve Eldridge’in etrafını yeşil bir duman kaplamaya başladı. Kısa bir süre sonra artık gemiyi dumanların ardından görmek tamamen imkânsız olacaktı. Gemiyi kuvvetli bir elektromanyetik alanla çevrelenmişti ve bu alıcılar tarafından kolaylıkla gözlemlenebiliyordu. Havadaki duman çekildiğinde ise deneyin istenenden daha başarılı olduğu anlaşıldı. Eldridge’in radarlara görünmemesi isteniyordu fakat gemi tamamıyla ortadan kaybolmuştu.



Ancak olayın asıl muhatabı olan Amerikan hükümeti ve deniz kuvvetleri böyle bir deneyin ya da projenin varlığını asla kabul etmedi. Bunların asılsız, hayal ürünü iddialar olduğu savunuldu. Ancak diğer taraftan görgü tanıklarının ifadeleri aksini iddia etmektedir. Ayrıca olayla ilgili deliller ve karanlık birkaç tanığın ifadesi de içerisinde çokça şaibe barındırmaktadır.

Olayın genel hatları bu şekildedir ayrıntılı bir şekilde konuyu ele aldığımızda

1933 yılında Roosevelt ABD’nin başkanı olmuş ve hemen ardından eski dostu ve dünyanın sayılı bilim adamlarından Nikola Tesla’yı Washington’a davet ederek ondan devlet adına bazı projeleri yürütüp yürütemeyeceğini sormuştur.

Tesla’dan olumlu cevap alınmıştır. Başkan ona, Gökkuşağı Projesi şeklinde bilinen projeden söz etmiş ve Tesla bu proje üzerinde çalışmaya başlamıştır. 1936’ya gelindiğinde Tesla, önemli gelişmeler kaydetmiş hatta insansız bir gemiyi gözden kaybedip sonra da geri getirmeyi başarmıştır.

Ancak yetkililer deneyin insanlı olarak yapılmasında ısrar etmişler, fakat Tesla bu deneyin insanlara zarar vermemesinin mümkün olmadığını savunmuştur. Bu konuda fikir ayrılığına düşülünce Tesla projeden ayrılmıştır. Bu noktadan sonra projeyi Dr. John Von Neumann devralmıştır.

Amerikan hükumeti için çalışan bilim adamları arasında Nazi Almanya’sından kaçıp ABD’ye sığınan Albert Einstein da vardı. Einstein’ın “Birleşik Alan Teorisi”nin Philadelphia deneyini başarıya götüren en büyük etken olduğu varsayılmaktadır. Einstein bu teorisini 1925-27 tarihleri arasında Prusya’da yayımlanan bir bilim dergisine göndermiş ancak tamamlayamadığını düşünerek geri çekmiştir. Einstein’ın bu teorisini ileriki yıllarda tamamladığı, ancak bunun savaş sırası ve sonrası hükümetlerce gizlenmiş olduğu varsayılmaktadır.

Olayın yaşandığı anda
USS Eldrige, Philadelphia Deniz üssü açıklarındaki deney mahalline gelmişti. İçerisi elektromanyetik alan oluşturucu donanımla donatılmıştı. Tesla’nın ısrarla belirttiğinin aksine, deney sırasında gemide mürettebat da bulunduruluyordu. Bu deneye ticari bir gemi olan Andrew Furuseth’in mürettebatı da tanıklık etmiştir.

22 Temmuz 1943’te şalterler kaldırılmış ve dumandan dolayı gemi gözden kaybolmuştu

15 dakika sonra şalterlerin indirilmesi emredildi. Yeşil duman yeniden belirdi ve duman çekilirken Eldridge yavaş yavaş yeniden materyalize oldu. Ancak bir şeylerin ters gittiği hemen anlaşılmıştı. Gemiye iletilen telsiz mesajlarına yanıt gelmiyordu.

Gemiye çıkıldığında ise mürettebatın hiç de iyi durumda olmadığı görüldü. Bir bölüm, mürettebat yaşadıkları korku dolu dakikalarda gemiden aşağı atlamıştı. Gemiden o anda atlayanların hiç birinin cesedi bulunamamıştır. Sağ kalanların çoğu akıllarını kaçırmıştı hatta 5 asker geminin metal gövdesi ile kaynaşmıştı Normal durumda olan mürettebatın ise ileriki zamanlarda olağanüstü şeylerle karşılaştıkları rapor edilmiştir. Bu insanlar Bulundukları yerde birden yok olup başka bir yerde görünebiliyorlardı. Duvarların içinden geçebiliyorlardı. Birçoğu bu duvarların arasına sıkışarak can verdi. Birden bire taş kesilip, bir başkası onlara dokunana kadar öyle kalanlar vardı. Bunun yanında doğaüstü güçlere sahip olanlarda vardı. Sağ kalan adamlar asla tam anlamıyla düzelemediler. Akıl sağlıklarını kaybettikleri gerekçesiyle de ordudan uzaklaştırıldılar. Donanma bu personeli topyekûn emekliye sevk ederek gemiye yeni personel atadı. Bilim adamlarına da sadece radar görünmezliği istediklerini, optik görünmezliğe gerek olmadığını bildirdi.

Aradan geçen zaman sonrasında bu deneyin tekrar yapılmasına karar verildi. 28 Ekim 1943’te yine Eldridge üzerinde ikinci deney gerçekleştirildi. elektromanyetik jeneratörler yeniden çalıştırıldı. Gemi bir kez daha hemen hemen tamamen görünmez oldu. Sadece gövdesinin ana hatları seçilebiliyordu. Bir kaç saniye süresince işler yolunda gider gibiydi ta ki ansızın gözleri kör edebilecek kadar güçlü mavi bir ışık patlaması meydana geldi ve gemi gözlerden tümüyle kayboldu. Eldridge, inanılması güç bir şekilde bir kaç saniye sonra, 600 kilometre ötede, Norfolk açıklarında yeniden maddeleşti. Norfolk’ta bir kaç dakika boyunca görülür durumda kaldıktan sonra tekrar görünmez oldu ve saniyeler içinde Philadelphia Deniz Üssü açıklarında yeniden belirdi. Elektronik kamuflajı gerçekleştirmeye çalışan bilim adamları koca bir gemiyi, mürettebatı ile birlikte ışınlamış ve sonra da geri getirmişlerdi. Gemi önceden Norfolk limanında bulunuyordu daha önce gitmediği bir yere ışınlanmak yerine zamansal olarak önceden bulunduğu yere gidip gelmesi zamanda yolculukla ilgili çalışmalar ile ışınlanmanın paralel bir şekilde yürütülmesi gereken çalışmalar olduğu fikirlerini oluşturdu
İki defa yapılıp başarısız olduğu varsayılan bu deney için kesin ve net olan bir bilgi vardır ki o da, ABD hükümeti Philadelphia deneyinin yapıldığını ya da projenin yürütüldüğünü hiçbir zaman kabul etmemesidir. Donanma, Eldridge’in sözü edilen tarihlerde Philadelphia’da bile olmadığını iddia etmiştir. Deneyin yapıldığı günlere yakın bir tarihte Bermuda Şeytan Üçgeninde, eğitim amaçlı olarak bulunduğu açıklanmıştır. Philadelphia deneyi, reddedilen iddialarla beraber tarihin en büyük sırlarından biri olarak kalmıştır.

Bizler her ne kadar reddedilse de çeşitli bilim insanlarının öne sürdüğü teorileri inceleyelim

IŞINLANMA
USS Elridge gemisi, görünmez yapılmaya çalışılırken, ışınlanmıştır. Bu ön kabul mümkün görünmekte. Bir cismin, moleküler transportasyonu, yani başka bir yere taşınması, mümkün görülüyor Ancak ister istemez akla başka sorular geliyor. Neden gemi 640 kilometre ötede başka bir limana gitti. Neden üç yüz kilometre öteye ya da 2000 kilometre öteye değil. Bu konu hala daha gizemini korumaktadır.

BAŞKA BOYUT

Bu teoriye göre gemi, başka bir boyuta geçti. Ve tekrar bizim boyutumuza atladı. Bu atlayış, geminin ilk kaybolduğu yerden çok daha uzağa taşınmasına yol açtı. Oluşturulan manyetik alan, uzay zamanı bükmüş ve USS Elridge, boyutlar arası yolculuğuna bu şekilde başlamıştır. Her ne kadar mantıksız gibi görünmese de ortada çok büyük bir problem var; manyetik alanlar, uzay zamanı bükebilir mi bilmiyoruz

KARADELİK
Birtakım araştırmacılar ise Mini bir karadelik olduğunu iddia etmektedir Gemideki olağandışı tepkimeler mini bir karadeliğin oluşmasına yol açmış ve bu karadelik tarafından yutulan USS Elridge, bahsi geçen olayları yaşamıştı

Her ne kadar Olayı yaşayan mürettebattan bazıları geleceğe gidip geldiğini iddia etse de bu deney gizemini korumakta açıklanabilmesi için en azından tekrar edilerek gözlemlenmesi gerekmektedir.

Bu ve bunun gibi konular hakkında bilgi sahibi olmak için kanalımıza abone olabilirsiniz ileri ki videolarda görüşmek üzere



Perform

Cat-5

Cat-6